Yoksul – varsıl, hasta-sağ, iyi-kötü, akıllı-akılsız, gaddar veya vicdansız her insanın, evcil, vahşi, nesli tükenen nice hayvanın ve giderek uygarlığın kurbanı olan bitki örtüsünün, ormanın, deniz ve okyanusların yani hepimizin. Belki teorik olarak bizimle bu evreni paylaşan bilmediğimiz, tanımlayamadığımız varsa her türlü canlının. Ama iş her yüzyılı bir öncekine göre kaydedilen bilimsel, teknolojik ve beşeri atılımlar açısından değerlendirecek olursak, hangi ülke bilinen hastalıklara şifa, insanına onurlu, güvenli ve özgür yaşam sağladıysa onun yüzyıl onun olmalı. Çevreyi, doğayı en iyi koruyan ülkelerin adı hakkıyla yüzyıla verilebilir. Bu basit saptamaya göre bunların hepsini aynı anda başaran ülke sayısı neredeyse yok. Evet, İskandinav ülkeleri ve Japonya pek çok açıdan bu sıfatı hak ediyor. Petrol zengini körfez ülkeleri de son yıllarda kadın haklarına önem vermeye, onların daha özgürce yaşamalarına, yeteneklerini geliştirmeleri için gerekli ortamları hazırlamaya başladı. Hatta zengin doğal gaz ve petrol kaynaklarına rağmen yenilebilir enerji alanlarına yatırım yapmaya ve akıllı şehirler kurmayı teşvik etti. Buna rağmen, hiçbirinin yüzyıla Arap Yüzyılı deme iddiası yok. Bilim ve teknolojide hala dünya önderi olan ABD için Amerikan Yüzyılı demek kimsenin aklına gelmiyor. Kansere, kemik erimesine, Alzheimer’e çare bulmuş olsa, uzay projeleri ile evrenin, okyanus araştırmaları ile okyanusların derinliklerini keşfetse bile 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yeniden başkan olacak Trump ve ekibi, “Amerika’yı yeniden en büyük yapma” iddiasına rağmen, henüz 21. Yüzyıla ABD Yüzyılı demedi. O zaman 21. yüzyıl, en son teknolojileri anında transfer etse bile bunları kendisi üretemeyen, hiçbir hastalığa çare bulamayan, gösteriş için uzaya astronot gönderen, altın arama hevesi ile ormanlarını, meralarını, ekili alanlarını siyanüre feda eden Türkiye’nin yüzyılı olabilir mi? Elbette hayır. 20. yüzyılı Kafka “Korku Çağı” demişti. Belki 21. yüzyıl, Rusya, Kuzey Kore, Çin ve hatta bundan sonra ABD tehdidiyle yeni bir nükleer savaşa gebe olduğu için olsa olsa “Yok olma veya kendi kendini yok etme yüzyılı” olmaya aday.
Belki bu yüzyıla yeni bir “Ben Yüzyılı” da denebilir. O da ne derseniz size 2002 yılında yayınlanan bir belgeseli hatırlatmak isterim. Hani 20. yüzyılı, birinci dünya savaşı öncesinden başlayıp Sigmund Freud’un psikolojik analiz öğretisine atıfla anlatan, sonra Freud’un yeğeni Edward Bernays’in ABD’de bireyi ve kitlesel olarak toplumu yeniden biçimlendirme uygulamasına bağlayan “The Century of the Self” dizisinden bahsediyorum. Belgeselin kurgusu hükumetlerin ve büyük şirketlerin psikolojiyi güçlü bir ikna yöntemi olarak kullanarak, kendi amaçlarına hizmet edecek insan kitleleri yaratmasının anlatımına dayanıyordu. Sigara sanayinin karını arttırmak için, 1920’lerde sigara içmenin kadınlara özgür bir imge kazandıracağı duygusunun aşılanması bu “yeni ben” yaratma yöntemlerinden biri olmuştu. Propaganda sözcüğünün itibardan düşmesi ile Edward Bernays’in epey kafa patlatarak tedavüle soktuğu “halkla ilişkiler konseyi”nin hedefi, artık siyasi otoritenin elini güçlendirmek haline gelmişti. Kullanılan yöntem ise insanların çoğu kez irrasyonel, gizli ve bilinç dışı kalmış, baskılanmış, derin arzu, korku, özlem ve isyan duygularını harekete geçirecek sloganlarla, siyasi otoriteye savaş veya ekonomik kriz gibi zor zamanlarda toplumu daha kolay yönetme ve yönlendirme fırsatı veriyordu. İkna veya korkutma, özellikle kendini hızla ilerleyen uygarlığın verdiği tedirginlik altında ezilmiş olarak kabul eden kalabalıkları denetim altına alarak, siyasi iktidarı pekiştirmek için kullanılan iki araçtı. Belgesel, 2. Dünya savaşından sonra, imparatorluk dönemleri birinci savaş sırasında çöken Avrupa’ya demokrasi götürme misyonu üstlenen, ama aynı zamanda 1929 buhranı ile çöken Amerikan ekonomisini tekrar rayına oturtmaya çalışan Franklin D. Roosevelt’i de anlatıyordu. Ama Roosvelt’in elinde iyi amaçla kullanılan ikna yönteminin, iktidarın gücünü arttırdıkça, gözünü güç açlığı bürümüş siyasi ellerde demokrasinin sonunu getirebileceğine de dikkat çekiyordu. Dizinin henüz Trump’ın adı kumarhane ve kulelerin ötesine geçmeden yayınlanması bir tesadüf müydü? Ama bu “yalan haberler” yayarak, sıra dışı ve fevri davranışlarla ve büyük ümitler vererek uygarlığın altında ezilmiş kitlelerin gizli kalmış irrasyonel duygularını harekete geçirme işi yeniden siyasetin gündeminde. ABD yeni bir “Ben Yüzyılına” savrulmakta.
Resmi rakamlar Türkiye’nin 2024 yılı sonu ekonomik büyüme oranının sadece yüzde 2.9, enflasyon oranının ise yüzde 57.7 olacağını öngörüyor. İşsizlik oranı öngörüsü ise sadece yüzde 8.6. Gerçek rakamların, bu değerlerden sapması ise bir hayli yüksek. Ulusal para bir önceki yıla göre yüzde 17 oranında değer kaybetmiş. Cari ve bütçe açıklarının GSYİH içindeki payı sırasıyla –yüzde 1.8 ve –yüzde 4.5 olan, ülkenin durumu 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hiç parlak bir tablo göstermiyor. Kamu israfı diz boyu ve dizginlenemiyor. Ulusal tasarruf oranı 2023’de nasıl olduysa 2022’deki yüzde 10.5 değerine göre yeniden yükselmiş ve ekonomik krizle birlikte yüzde 23.3 olmuş. Bu oldukça ilginç ve mucizevi bir gelişme. Halk neyle ve nasıl tasarruf yapıyor dikkatle incelenmeli. Gelen yatırım suskun. Gidenin ise haddi hesabı yok. Bu arada ülkeyi marka haline getirmek için THY’nin uluslararası televizyon kanallarında verdiği reklamın maliyeti, inşallah gelen turist sayısına değiyordur. Türkiye’nin 2024’de de teknolojik ve bilimsel ilerlemeye katkısı olmadı. Hiçbir alanda açılan yeni bir çığır yok. Ama ekonomik sıkıntılar ve toplumsal huzursuzluk tavan yapmış durumda. Kadın ve çocuk cinayetleri de öyle. Sadece 9 ayda yaklaşık 300 kadının öldürüldüğü bu ülkede, 2008-2023 arasında 5000 kadın eş, sevgili veya yakın akraba cinayetine kurban gitmiş. Bu rakamlara çocuk ölümleri ve çocuk cinayetleri dâhil değil. Yıllardır demir parmaklıklar arkasında ömür çürüten aydınlar varken 21. yüzyıla Türkiye Yüzyılı demek, yüzyıla hakaret olur. Ama kullanılan sloganlarla, yeni kimlik iddialarına hitap eden kılık, kıyafetle veya “inançsız ibadeti” içine sindiren yeni dindarlık anlayışıyla Türkiye’de son 22 yıldır yeni bir “Ben Yüzyılı” yaşıyor. Uygarlığın yükü altında kendini ezilmiş hisseden insanların gizli baskılanmış korkularına hitap ederek iktidar desteğini güçlendirmek bile Türkiye’nin icadı değil. Sadece 100 yıldır başvurulan bir yöntem. Keşke bu ahlaktan soyutlanan dindarlık kisvesiyle yaratılan “Ben Yüzyılına” dönüşmeseydi. Ama bu Türkiye’de para ve itibarın kapısını açan geçer akçe.
“Ben Yüzyılı”
Belki bu yüzyıla yeni bir “Ben Yüzyılı” da denebilir. O da ne derseniz size 2002 yılında yayınlanan bir belgeseli hatırlatmak isterim. Hani 20. yüzyılı, birinci dünya savaşı öncesinden başlayıp Sigmund Freud’un psikolojik analiz öğretisine atıfla anlatan, sonra Freud’un yeğeni Edward Bernays’in ABD’de bireyi ve kitlesel olarak toplumu yeniden biçimlendirme uygulamasına bağlayan “The Century of the Self” dizisinden bahsediyorum. Belgeselin kurgusu hükumetlerin ve büyük şirketlerin psikolojiyi güçlü bir ikna yöntemi olarak kullanarak, kendi amaçlarına hizmet edecek insan kitleleri yaratmasının anlatımına dayanıyordu. Sigara sanayinin karını arttırmak için, 1920’lerde sigara içmenin kadınlara özgür bir imge kazandıracağı duygusunun aşılanması bu “yeni ben” yaratma yöntemlerinden biri olmuştu. Propaganda sözcüğünün itibardan düşmesi ile Edward Bernays’in epey kafa patlatarak tedavüle soktuğu “halkla ilişkiler konseyi”nin hedefi, artık siyasi otoritenin elini güçlendirmek haline gelmişti. Kullanılan yöntem ise insanların çoğu kez irrasyonel, gizli ve bilinç dışı kalmış, baskılanmış, derin arzu, korku, özlem ve isyan duygularını harekete geçirecek sloganlarla, siyasi otoriteye savaş veya ekonomik kriz gibi zor zamanlarda toplumu daha kolay yönetme ve yönlendirme fırsatı veriyordu. İkna veya korkutma, özellikle kendini hızla ilerleyen uygarlığın verdiği tedirginlik altında ezilmiş olarak kabul eden kalabalıkları denetim altına alarak, siyasi iktidarı pekiştirmek için kullanılan iki araçtı. Belgesel, 2. Dünya savaşından sonra, imparatorluk dönemleri birinci savaş sırasında çöken Avrupa’ya demokrasi götürme misyonu üstlenen, ama aynı zamanda 1929 buhranı ile çöken Amerikan ekonomisini tekrar rayına oturtmaya çalışan Franklin D. Roosevelt’i de anlatıyordu. Ama Roosvelt’in elinde iyi amaçla kullanılan ikna yönteminin, iktidarın gücünü arttırdıkça, gözünü güç açlığı bürümüş siyasi ellerde demokrasinin sonunu getirebileceğine de dikkat çekiyordu. Dizinin henüz Trump’ın adı kumarhane ve kulelerin ötesine geçmeden yayınlanması bir tesadüf müydü? Ama bu “yalan haberler” yayarak, sıra dışı ve fevri davranışlarla ve büyük ümitler vererek uygarlığın altında ezilmiş kitlelerin gizli kalmış irrasyonel duygularını harekete geçirme işi yeniden siyasetin gündeminde. ABD yeni bir “Ben Yüzyılına” savrulmakta.
Yüzyıla Türkiye Yakıştırması İkna ile Yaratılan “Ben”
Resmi rakamlar Türkiye’nin 2024 yılı sonu ekonomik büyüme oranının sadece yüzde 2.9, enflasyon oranının ise yüzde 57.7 olacağını öngörüyor. İşsizlik oranı öngörüsü ise sadece yüzde 8.6. Gerçek rakamların, bu değerlerden sapması ise bir hayli yüksek. Ulusal para bir önceki yıla göre yüzde 17 oranında değer kaybetmiş. Cari ve bütçe açıklarının GSYİH içindeki payı sırasıyla –yüzde 1.8 ve –yüzde 4.5 olan, ülkenin durumu 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hiç parlak bir tablo göstermiyor. Kamu israfı diz boyu ve dizginlenemiyor. Ulusal tasarruf oranı 2023’de nasıl olduysa 2022’deki yüzde 10.5 değerine göre yeniden yükselmiş ve ekonomik krizle birlikte yüzde 23.3 olmuş. Bu oldukça ilginç ve mucizevi bir gelişme. Halk neyle ve nasıl tasarruf yapıyor dikkatle incelenmeli. Gelen yatırım suskun. Gidenin ise haddi hesabı yok. Bu arada ülkeyi marka haline getirmek için THY’nin uluslararası televizyon kanallarında verdiği reklamın maliyeti, inşallah gelen turist sayısına değiyordur. Türkiye’nin 2024’de de teknolojik ve bilimsel ilerlemeye katkısı olmadı. Hiçbir alanda açılan yeni bir çığır yok. Ama ekonomik sıkıntılar ve toplumsal huzursuzluk tavan yapmış durumda. Kadın ve çocuk cinayetleri de öyle. Sadece 9 ayda yaklaşık 300 kadının öldürüldüğü bu ülkede, 2008-2023 arasında 5000 kadın eş, sevgili veya yakın akraba cinayetine kurban gitmiş. Bu rakamlara çocuk ölümleri ve çocuk cinayetleri dâhil değil. Yıllardır demir parmaklıklar arkasında ömür çürüten aydınlar varken 21. yüzyıla Türkiye Yüzyılı demek, yüzyıla hakaret olur. Ama kullanılan sloganlarla, yeni kimlik iddialarına hitap eden kılık, kıyafetle veya “inançsız ibadeti” içine sindiren yeni dindarlık anlayışıyla Türkiye’de son 22 yıldır yeni bir “Ben Yüzyılı” yaşıyor. Uygarlığın yükü altında kendini ezilmiş hisseden insanların gizli baskılanmış korkularına hitap ederek iktidar desteğini güçlendirmek bile Türkiye’nin icadı değil. Sadece 100 yıldır başvurulan bir yöntem. Keşke bu ahlaktan soyutlanan dindarlık kisvesiyle yaratılan “Ben Yüzyılına” dönüşmeseydi. Ama bu Türkiye’de para ve itibarın kapısını açan geçer akçe.