Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bağımsız ve özgür basın derin bir kriz geçiriyor. Bu, aynı zamanda demokrasinin krizi demek. O yüzden İzmir Seferihisar’daki basın kampında gazetecilik kadar, demokrasi de konuşulacaktır, eminim.
Genç arkadaşlar, eksik olmasınlar, beni de davet ettiler. Medya araştırmacısı olarak bir de ödül vereceklermiş. Çeşitli panel ve seminerler düzenlenmiş. Bu arada bir iletişim bilimci ve kıdemli gazeteci olarak medyanın yol haritası üzerine bir konuşma yapmamı da istediler.
ELLİ YILLIK DOKTOR
Bunun için notlarıma bakarken bir de ne göreyim? 2023 yılındayız. Kitle İletişimi üzerine doktoramı ne zaman almıştım? 1974. A, 50 yıl doluyor!
ABD’nin İndiana Üniversitesinden bu diplomayı aldığımda Türkiye’nin ilk doktoralı kitle iletişimcisi olmuştum. Türkiye’de henüz iletişim fakülteleri yoktu, basın-yayın ya da gazetecilik yüksek okulları vardı. Daha “kitle iletişimi” terimi de yoktu. Dönüşte çalışmaya başladığım TRT’de başta Tarcan Günenç, Güneş Tecelli ve Uğur Dündar olmak üzere arkadaşlarım bana “doktor” diyorlardı.
Çankaya’da MESA apartmanlarında oturuyorduk. Bir gece geç vakit kapı çalındı. Kapıda iki kişi. Birisi titrek bir sesle “Kusura bakmayın, rahatsız ettik, ama yukardaki katta hastamız var, doktor bey, bir gelip bakar mısınız?” dedi.
Ezildim büzüldüm, “Kusura bakmayın ama ben o çeşit doktor değilim, kitle haberleşmesi doktoruyum!” dedim. Birbirlerine baktılar. Özür dileyip gittiler.
Eksikliğini yıllardır ciğerime bıçak saplanmış gibi sık sık hissettiğim sevgili Tarcan’a göre, mutlaka aralarında “Amma garip hastalıklar çıkmış ya!” demişlerdir.
Doğru. Bir ömür kitle iletişimi dünyasındaki garip hastalıkları inceleyerek, onları tedavi etmeye çalışarak geçti! Gele gele bu günlere geldik!
DEĞİŞİM, DÖNÜŞÜM, BAŞKALAŞIM
Bu seferki krizi daha öncekilerle karşılaştırmanın yanıltıcı olacağını biliyorum. Bazı krizler “değişim”, bazıları “dönüşüm”, bazıları da “başkalaşım” getirirler.
“Değişim”de özne biçim değiştirir, “dönüşüm”de evrime uğrar, “başkalaşım”da niteliksel sıçramadan sonra neredeyse tanınmaz hale gelir.
Hastalıklar daha da garipleşmiştir!
İletişim tarihinin, belki de yazının ya da matbaanın keşfinden bu yana geçirdiği en büyük “başkalaşım” sürecinin içindeyiz. Dijital iletişim teknolojileri ve yapay zeka artık yeni bir dünyaya geçmiş olduğumuzu ilan etmekteler.
“Haberleşme”den sonra, artık “iletişim” sözcüğü de yetersiz kalmaya başlıyor. Yeni teknolojiler “iletmek”le yetinmiyor, yaratıyor, üretiyor, başkalaştırıyor. Emir almakla kalmıyor, kendisini geliştiriyor!
Siz bendeki kadere bakın. Türkiye’nin ilk doktoralı kitle iletişimcisi olarak şu anda eğitim veren düzinelerce iletişim fakültesi hocasının ağabeyliğinin keyfini çıkaramadan terim tasfiye oluyor.
Var mı yenisi için bir öneriniz?
GÜRÜLTÜ ÇAĞI
Yeni teknolojiler gazetecilik açısından büyük kolaylıklar getirmekte, buna şüphe yok. Artık elinde akıllı telefon olan herkes bir gazete, televizyon, radyo vb. olarak iletişim alanına girebilir, geleneksel habercilik işlevlerini yerine getirebilir.
Bu yenilik kitlelerin demokrasiye katılımı açısından çok parlak bir çağın başlangıcı olabilirdi. Ne yazık ki, tam da öyle olmadı. Mecralardaki çoğalma devletlerce, dev şirketlerce, hırsızlarca ve polislerce gasp edildi, yozlaştırıldı ve günde 24 saat hiç susmayan devasa bir uğultuya dönüştü. Sanki herkes konuşuyor, ama kimsenin kimseyi dinlemeye vakti yok. Robotlar, botlar, yalancılar, hilebazlar sürekli görev başında. Boş vakit diye bir şey kalmadı, malum odaklar orayı tıklım tıklım ıvır zıvırla doldurdular.
Eski enformasyon kıtlığı sessizliğinin yerini bolluk döneminin başkalarını duymayı olanaksızlaştıran kuru gürültüsü aldı.
SESİMİZİ NASIL DUYURACAĞIZ?
Soru bir: Bu gürültü içinde kendi sesimizi nasıl duyuracağız? Nasıl ıslık çalacağız?
Islık da nereden çıktı diyeceksiniz. Şirketlerde ve kamu kuruluşlarında yolsuzluk çevirenleri bilgi vererek ifşa edenlere İngilizce “ıslıkçı” (whistle blower) derler. Soruşturmacı gazetecilerden de bu sıfatla söz edilir. Islık çalınınca herkes o tarafa bakar, adam rezil olur!
Bir de anım var bu konuda 1960’lı yıllardan. Bursa’da Havana Meyhanesi’nde şair arkadaşlarla şarap içiyor, şiir okuyoruz. Daha doğrusu, Ataol (Behramoğlu) o müthiş ezberinden okuyor, ama biz kuru gürültüden duymakta zorluk çekiyoruz. Bir arkadaşımız parmaklarını ağzına sokup tiz bir ıslık çaldı, herkes bizim masaya baktı, gürültü azaldı.
Islık işe yarıyordu!
Ya şimdi? Canınızı tehlikeye atıp dehşetengiz bilgilere ulaşsanız bile onu kitlelere nasıl ulaştıracaksınız?
HAKİKAT-SONRASI
Soru iki: Diyelim ulaştırdık, peki bizi dinleyenleri nasıl inandıracağız? Söylediğimizin doğruluğunu, dürüst ve güvenilir bir kaynak olduğumuzu nasıl kanıtlayacağız?
Kimsenin kimseye inanmadığı bu iletişim curcunasında başkalarından farklı olduğumuzu nasıl göstereceğiz?
“Anladınız: “Post-truth” çağının sisinden söz ediyorum. Yoğun, pis kokulu bir duman!
Yol arayışı önemli. İnsanlığın kirlettiği gezegenle yeni bir varoluş anlaşması yapması ve iletişim etiği oluşturması gerekiyor.
Kampta genç meslektaşlarımın söylediklerini can kulağıyla dinleyeceğim.
Genç arkadaşlar, eksik olmasınlar, beni de davet ettiler. Medya araştırmacısı olarak bir de ödül vereceklermiş. Çeşitli panel ve seminerler düzenlenmiş. Bu arada bir iletişim bilimci ve kıdemli gazeteci olarak medyanın yol haritası üzerine bir konuşma yapmamı da istediler.
ELLİ YILLIK DOKTOR
Bunun için notlarıma bakarken bir de ne göreyim? 2023 yılındayız. Kitle İletişimi üzerine doktoramı ne zaman almıştım? 1974. A, 50 yıl doluyor!
ABD’nin İndiana Üniversitesinden bu diplomayı aldığımda Türkiye’nin ilk doktoralı kitle iletişimcisi olmuştum. Türkiye’de henüz iletişim fakülteleri yoktu, basın-yayın ya da gazetecilik yüksek okulları vardı. Daha “kitle iletişimi” terimi de yoktu. Dönüşte çalışmaya başladığım TRT’de başta Tarcan Günenç, Güneş Tecelli ve Uğur Dündar olmak üzere arkadaşlarım bana “doktor” diyorlardı.
Çankaya’da MESA apartmanlarında oturuyorduk. Bir gece geç vakit kapı çalındı. Kapıda iki kişi. Birisi titrek bir sesle “Kusura bakmayın, rahatsız ettik, ama yukardaki katta hastamız var, doktor bey, bir gelip bakar mısınız?” dedi.
Ezildim büzüldüm, “Kusura bakmayın ama ben o çeşit doktor değilim, kitle haberleşmesi doktoruyum!” dedim. Birbirlerine baktılar. Özür dileyip gittiler.
Eksikliğini yıllardır ciğerime bıçak saplanmış gibi sık sık hissettiğim sevgili Tarcan’a göre, mutlaka aralarında “Amma garip hastalıklar çıkmış ya!” demişlerdir.
Doğru. Bir ömür kitle iletişimi dünyasındaki garip hastalıkları inceleyerek, onları tedavi etmeye çalışarak geçti! Gele gele bu günlere geldik!
DEĞİŞİM, DÖNÜŞÜM, BAŞKALAŞIM
Bu seferki krizi daha öncekilerle karşılaştırmanın yanıltıcı olacağını biliyorum. Bazı krizler “değişim”, bazıları “dönüşüm”, bazıları da “başkalaşım” getirirler.
“Değişim”de özne biçim değiştirir, “dönüşüm”de evrime uğrar, “başkalaşım”da niteliksel sıçramadan sonra neredeyse tanınmaz hale gelir.
Hastalıklar daha da garipleşmiştir!
İletişim tarihinin, belki de yazının ya da matbaanın keşfinden bu yana geçirdiği en büyük “başkalaşım” sürecinin içindeyiz. Dijital iletişim teknolojileri ve yapay zeka artık yeni bir dünyaya geçmiş olduğumuzu ilan etmekteler.
“Haberleşme”den sonra, artık “iletişim” sözcüğü de yetersiz kalmaya başlıyor. Yeni teknolojiler “iletmek”le yetinmiyor, yaratıyor, üretiyor, başkalaştırıyor. Emir almakla kalmıyor, kendisini geliştiriyor!
Siz bendeki kadere bakın. Türkiye’nin ilk doktoralı kitle iletişimcisi olarak şu anda eğitim veren düzinelerce iletişim fakültesi hocasının ağabeyliğinin keyfini çıkaramadan terim tasfiye oluyor.
Var mı yenisi için bir öneriniz?
GÜRÜLTÜ ÇAĞI
Yeni teknolojiler gazetecilik açısından büyük kolaylıklar getirmekte, buna şüphe yok. Artık elinde akıllı telefon olan herkes bir gazete, televizyon, radyo vb. olarak iletişim alanına girebilir, geleneksel habercilik işlevlerini yerine getirebilir.
Bu yenilik kitlelerin demokrasiye katılımı açısından çok parlak bir çağın başlangıcı olabilirdi. Ne yazık ki, tam da öyle olmadı. Mecralardaki çoğalma devletlerce, dev şirketlerce, hırsızlarca ve polislerce gasp edildi, yozlaştırıldı ve günde 24 saat hiç susmayan devasa bir uğultuya dönüştü. Sanki herkes konuşuyor, ama kimsenin kimseyi dinlemeye vakti yok. Robotlar, botlar, yalancılar, hilebazlar sürekli görev başında. Boş vakit diye bir şey kalmadı, malum odaklar orayı tıklım tıklım ıvır zıvırla doldurdular.
Eski enformasyon kıtlığı sessizliğinin yerini bolluk döneminin başkalarını duymayı olanaksızlaştıran kuru gürültüsü aldı.
SESİMİZİ NASIL DUYURACAĞIZ?
Soru bir: Bu gürültü içinde kendi sesimizi nasıl duyuracağız? Nasıl ıslık çalacağız?
Islık da nereden çıktı diyeceksiniz. Şirketlerde ve kamu kuruluşlarında yolsuzluk çevirenleri bilgi vererek ifşa edenlere İngilizce “ıslıkçı” (whistle blower) derler. Soruşturmacı gazetecilerden de bu sıfatla söz edilir. Islık çalınınca herkes o tarafa bakar, adam rezil olur!
Bir de anım var bu konuda 1960’lı yıllardan. Bursa’da Havana Meyhanesi’nde şair arkadaşlarla şarap içiyor, şiir okuyoruz. Daha doğrusu, Ataol (Behramoğlu) o müthiş ezberinden okuyor, ama biz kuru gürültüden duymakta zorluk çekiyoruz. Bir arkadaşımız parmaklarını ağzına sokup tiz bir ıslık çaldı, herkes bizim masaya baktı, gürültü azaldı.
Islık işe yarıyordu!
Ya şimdi? Canınızı tehlikeye atıp dehşetengiz bilgilere ulaşsanız bile onu kitlelere nasıl ulaştıracaksınız?
HAKİKAT-SONRASI
Soru iki: Diyelim ulaştırdık, peki bizi dinleyenleri nasıl inandıracağız? Söylediğimizin doğruluğunu, dürüst ve güvenilir bir kaynak olduğumuzu nasıl kanıtlayacağız?
Kimsenin kimseye inanmadığı bu iletişim curcunasında başkalarından farklı olduğumuzu nasıl göstereceğiz?
“Anladınız: “Post-truth” çağının sisinden söz ediyorum. Yoğun, pis kokulu bir duman!
Yol arayışı önemli. İnsanlığın kirlettiği gezegenle yeni bir varoluş anlaşması yapması ve iletişim etiği oluşturması gerekiyor.
Kampta genç meslektaşlarımın söylediklerini can kulağıyla dinleyeceğim.