CHP'nin geçtiğimiz hafta gerçekleşen tüzük kurultayı… Kılıçdaroğlu'nun kurultaya katılmaması, Mansur Yavaş’ın haklı serzenişi… Partideki mevcut yönetime muhalif olanların, genel merkezin tutum ve davranışlarından rahatsızlık duyanların kurultayın usulü ve alınan kararlara dair yaptıkları haklı eleştiriler…
Siyaset, dile getirilenlerden çok satır aralarında konuşulanlarla şekillenir; söylenmeyenler, sahnede görülenlerden çok daha derin ve belirleyici olabilir. Gerçek mücadeleler, çoğu zaman görünmeyen masalarda, kapalı kapılar ardında yaşanır ve karar anları bazen de sessiz bakışlarda ya da baştan savma açıklamalarda saklıdır.
CHP Tüzük Kurultayı’nda Kılıçdaroğlu'nun yokluğu ne anlatıyordu? Sadece Kılıçdaroğlu’nun kurultaya katılmamasına dair yaptığı açıklamadaki "iki başlılık" meselesi mi, yoksa daha derin bir rahatsızlığın dışavurumu mu? Tüzük taslağının kendisine gecenin bir vakti, gönderilmesi, gerçekten bir liderin onayının istenmesine mi, yoksa meydan okumaya mı işaret ediyordu örneğin? Basit bir organizasyon hatası mı, yoksa bilerek izlenen bir strateji mi?
Peki Kılıçdaroğlu’nun açıklamasına yanıt olarak Özgür Özel'in "yemekte konuşmuştuk bunları” şeklinde verdiği yüzeysel cevap inandırıcı mıydı? Yemekte mi, yoksa sahnede mi konuşulmuştu?
Bu tür basit izahlar, işin özünü örtmeye yetmiyor.
Sonra Mansur Yavaş’ın kürsüden yaptığı serzeniş… Kurultayda konuşma yapacağı kendisine 1 saat önce haber verilmiş. Oysa İmamoğlu’na günler öncesinden bilgi ve hazırlık süresi verilmiş. Parti aynı, sahne aynı ama oyunlar başka… Yavaş, bu duruma açıkça dikkat çekerek, "Ben de İmamoğlu gibi coşkulu bir konuşma yapmak isterdim. Ama bana burada konuşma yapacağım bir saat önce söylendi," diye serzenişte bulundu. Ancak en çarpıcı ifade belki de şu oldu: "14 büyükşehir belediye başkanı varken yalnız iki belediye başkanının burada konuşması, uzun zamandır fitne peşinde koşanlara da fırsat verebilir."
Bu sözler, sadece bir serzeniş değil, aynı zamanda partideki çatlaklara işaret eden, daha derin bir uyarı niteliğindeydi. Çünkü sessizce bekleyen fırsatçılar için bu sahne, gerçekten de tam aradıkları fırsatı sunuyordu.
***
Kurultay içeriğine dair en önemli mesele ön seçimdi. Beklentiler büyüktü, umutlar yüksekti... Ancak sonuç hayal kırıklığı oldu. Ön seçim şartı, "hakim huzurunda, amasız fakatsız" bir şekilde getirilmedi. Bunun yerine, mevcut genel merkezin hakimiyetini tescilleyecek, İmamoğlu’nun geleceğini mümkün mertebe güvence altına alacak bir formül yaratıldı. Bu tablo, değişim vaatleriyle yola çıkan partinin, iç yapısında yenilenmeden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
CHP’nin, TBMM'de sıkça eleştirdiği açık oylama yöntemini kendi kurultayında bizzat uygulaması... Mecliste milletvekillerinin baskı altında tutulduğundan yakınan bir parti, kurultayda delegelerine açık oylama yaptırarak tam da eleştirdiği yöntemi benimsemiş oldu.
Oysa gizli oylama, demokrasinin vazgeçilmez yapı taşıdır. Delegelerin yan yana oturup, kimin hangi yönde oy kullandığının herkesçe görüldüğü bir ortamda özgür iradeden bahsetmek mümkün mü? Herkesin gözü üzerlerindeyken, grupların, il başkanlarının ve genel merkezin baskısı altında, gerçekten hür bir seçim yapılabilir mi? Baskı ve gözetim altında alınan bir karar, iradenin mi yoksa dayatmanın mı bir sonucudur? Bu kurultayda özgür irade, salonun dışında bırakılmış gibi görünüyor.
Genel merkezin kurultayda açık oylama yapılmasına baştan kararını vermiş olduğu da açık. Açık oylama yöntemi, tüzük maddelerinin geçmesi için bilinçli bir tercih olarak önceden planlanmış.
Açık oylama tercihi, genel merkezin tüzük değişikliklerinin geçmeyeceğinden korktuğunun bir göstergesiydi. Çünkü, kurultay delegelerinin büyük bir çoğunluğunun bu maddelere itiraz edeceğini, mevcut merkezi yönetime muhalefetin giderek büyüdüğünü biliyorlardı. Gizli oylama ile bu itirazların su yüzüne çıkmasından çekinerek, açık oylamayı dayatmak zorunda kaldılar.
Ne yazık ki CHP'nin, yıllardır Meclis'te şikayet ettiği "indir, kaldır, kabul" düzeninin aynısını kendi kurultayında da sahneye koyduğu gerçeğiyle yüzleştik. İktidarın yasaları alelacele geçirdiği bir sistemi eleştirirken, benzer bir yöntemle partinin en önemli tüzük değişikliklerini geçirmek... Toptancı bir anlayışla, üstünkörü kabul edilen bu kararlar, demokrasi mücadelesi veren bir partinin kendi ilkeleriyle çeliştiği bir tablo ortaya koyuyor. Bu kurultay, partinin idealizm iddiasını gölgede bırakan, demokrasi mücadelesinde bir nevi suçüstü yakalanma anıydı.
Evet, neticede hakim denetiminde, tüm üyelerin katılımıyla yapılacak ön seçim, tüzüğe girmedi. Bu da genel başkanın kurultay delegelerine verdiği sözle örtüşmeyen bir tablo ortaya çıkarıyor. 31 Mart seçimlerine giderken yapılan kurultayda, Özgür Özel ve ekibi ön seçimin mutlaka yapılacağını vadetmişti. O gün verilen sözler eğilip büküldü ve yerine getirilmedi. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi; bu sözlerin tutulmayacağı, o günlerde bile bir işaret olarak duruyordu.
Aslında parti yapısında da temel bir sıkıntı var. Örgüt, partinin omurgasıdır; eğer sağlıklı bir üye tabanınız yoksa, yukarıda ne kadar düzenleme yaparsanız yapın, hepsi anlamsız kalır. İlk düğme yanlış iliklenmişse, tüm süreç yanlış ilerler. Bunun yanı sıra, Türkiye'de seçim sistemi ve partiler yasası değişmeden, ne kadar çabalarsanız çabalayın, sonuç almak mümkün değil. Hele bu tüzük kurultayı gibi yüzeysel düzenlemelerle hiç değil… Biz tüm üyelerle oy kullanılsın, ön seçim yapılsın diyoruz, ancak bu sistemin de kendi içinde ciddi sorunları var. Yine de, Ankara'da bir avuç insanın karar vermesindense, mahallelerden başlayarak 1.5 milyon üyenin katılımıyla gerçekleşecek bir ön seçim, şüphesiz ki hem daha sağlıklı hem de daha demokratik olacaktır.
Genel merkezin, tüzükte yapacağımız değişiklikler, Türkiye'deki partiler yasasına aykırılık teşkil etmesin söylemi, özellikle hakim huzurunda yapılacak ön seçimler konusunda, aslında bahaneden öteye gitmiyor. Sosyal demokrat bir parti olarak demokrasi savunuluyorsa, bunu önce kendi içinde hayata geçirmek gerekir. Tüzük değişiklikleri, demokrasinin kuram ve kuralları doğrultusunda, ilerici adımlarla partinin içinde uygulanmalı ve Türkiye’ye örnek olmalıdır. Ancak işinize gelmediği için, bu konuda keseri kendi ayağınıza vurmamak adına dolambaçlı yollar tercih ediyorsunuz. Bu tür kaçamaklarla, toplumda düşünce üreten beyinleri kandırmanız mümkün olmaz.
Geçmişte bu partide hakim huzurunda yapılan seçimler, Yüksek Seçim Kurulu’nun onayıyla sorunsuz bir şekilde gerçekleşmişti. Sandık başına hakim gönderilmiş, bu konuda herhangi bir itiraz da yaşanmamıştı. O halde şimdi bu tür bahanelere sığınmak neden? Eğip bükmeye gerek yok, demokratik adımları atmaktan kaçınmak, partinin kendi içinde de dışarıya verdiği demokratik mesajları zayıflatıyor.
Demokrasi, hukuk ve adalet gibi kavramlar sıkça dile getiriliyor, ancak bu kavramların uygulamada tam anlamıyla karşılık bulmadığı bir gerçek. Özgür Özel'in özellikle Erdoğan karşısında sergilediği “normalleşme” tavırları, esnek bir duruş benimsediği izlenimini güçlendiriyor. Aynı şekilde, İmamoğlu’nun da benzer bir strateji izlediği, her iki ismin de Erdoğan’ın yöntemlerine duydukları bir hayranlık ya da etkilenme olduğu yönündeki düşünceler sıkça dile getiriliyor. Bu tutum, her iki ismin de adeta Erdoğan’ın siyaset sahnesinde oluşturduğu düzeni bir nevi devam ettiren figürler olarak görüldüğü eleştirilerini doğuruyor. Dolayısıyla, bu siyasi yaklaşımın, partide gerçek bir demokratik dönüşümü ne ölçüde sağlayabileceği, ciddi bir soru işareti olarak karşımızda duruyor.
Genel merkezin yüzde 5 olan kontenjan hakkını yüzde 15'e çıkarması da kurultaydaki başka bir kırılma noktası oldu. Bu artış, temsil adaletini derinden sarsar mı? Kesinlikle sarsar. Yüzde 15 gibi yüksek bir oran, parti içinde dengeyi alt üst edecek bir güç konsantrasyonuna işaret eder. Bu karar, demokratik temsilin ruhunu zedeleyen, kabul edilmesi zor bir ayrıcalık tanıyor genel merkeze. Böylesi bir adım, parti içinde güç dağılımını adaletsiz bir şekilde yeniden şekillendirirken, tabanın iradesini de gölgede bırakıyor.
Tüzük kurultayında gündeme gelen dijital oy kullanma meselesi ise üyelerin büyük bir kısmı için teknik anlamda zorluklar doğurabilir. Dijitalleşme, önemli ve modern bir adım olsa da, bu sistemin uygulanabilirliği konusunda üyelerin yeterli donanıma sahip olup olmadığı iyi değerlendirilmelidir. Bu sürecin Ankara genel merkezden yönetilmesi planlanırken, yereldeki teknik destek ve altyapının yeterli olup olmadığı dikkate alınmalıdır. Başarılı bir dijitalleşme için sadece teknolojiyi sunmak değil, bu teknolojinin tüm üyeler tarafından etkin bir şekilde kullanılabileceği bir ortam sağlamak da önemlidir.
Sonuç olarak, "İkinci Yüzyıl Değişim Kurultayı" denilerek yapılan bu toplantıda dağ fare doğurdu, değişim merkezinde oluşan yüksek beklentiler karşılanamadı. Teknik konular etrafında dönüp duran teknik bir kurultayın ötesine geçemedi. Nasıl bir CHP? Nasıl bir Türkiye? sorularının cevaplanmadığı bu süreç, toplumun ve partinin beklentilerini yanıtlamakta yetersiz kaldı.
Genel merkez, kendi geleceğini güvence altına alırken, partinin geleceğini gözden kaçırıyor. Olağanüstü kurultaya giden yol artık iyice belirginleşiyor.
Tüzük kurultayından sonra genel merkezin başlattığı yeni çalışma, "yeterli performans göstermeyen" ya da "çalışmayan" il ve ilçe örgütlerinin görevden alınmasına yönelik bir hamle… Bu adımın perde arkasında daha tehlikeli bir amaç yatıyor. Asıl hedef, genel merkeze muhalefet eden, farklı düşünen ve rahatsızlıklarını dile getiren örgütleri tasfiye etmek gibi görünüyor.
Genel merkezin uzun süredir partiyi "dikensiz bir gül bahçesi"ne dönüştürme hedefi artık açıkça su yüzüne çıkmış durumda. Daha önce sessizce atılan bu adımlar, şimdi uygulama aşamasına geçiyor.
Aslında bu tasfiye hareketi, tüzük kurultayından önce de belirli il ve ilçe örgütlerini hedef almıştı. O dönem, "31 Mart seçimlerinde çalışmadılar, başka partilere hizmet ettiler" gibi suçlamalarla bazı örgütler görevden alınmıştı. Şimdi ise "yeterli performans göstermiyorlar, tembellik yapıyorlar" bahanesiyle bu tasfiye sürecinin devam filmi çekiliyor.
Mansur Yavaş’a kurultayda yapılanlar, Kılıçdaroğlu’nun dışlanması gibi gelişmeler, toplumun gözleri önünde cereyan ediyor ve halk, bu durumu yakından izliyor.
Genel merkezin bu stratejisi, sadece toplumdaki karşılığını kaybetmekle kalmıyor, aynı zamanda parti içinde de derin bölünmelere yol açıyor. Örgütü tamamen kendilerine biat eden, sorgusuz sualsiz talimatları yerine getiren bir yapıya dönüştürme çabası, "kurşun askerler" yaratma arzusuyla partinin iç dinamiklerini zayıflatıyor ve birliğini tehdit ediyor.
Partide yaşanan bu tartışmalar, tasfiye hareketleri, tüzük sonrası oluşan hava, ayrıca parti içerisinde üç farklı aday tartışmaları, ne CHP'nin ne de Türkiye'nin geleceği açısından olumlu bir tablo çiziyor. Kaldı ki CHP'nin yüzde 35 civarında sabitlenen oy oranından yukarı çıkamaması, kendi içinde parçalı bir yapı sergilemesi, kaotik ortamı besliyor. Bu parçalanmışlık, sadece CHP’yi değil, genel seçimlerde AKP hükümranlığına son verme umudunu da baltalıyor.
Son olarak, genel merkeze muhalif olanlara yönelik dile getirilen "siyasal Alevilik" suçlaması, oldukça çirkin ve tehlikeli bir yakıştırmadır. Bu tür karalama ve çamur atma politikaları, partiyi daha da bölmekten öteye gitmez. İdeolojik ve kimlik temelli bu tarz ithamlar, parti içindeki farklı sesleri susturmaya yönelik girişimler olarak algılanabilir ve toplumsal barışa zarar verebilir. Böylesine hassas bir meselede siyasi ahlakı korumak herkesin sorumluluğudur!
Bir Çocuk, Bir Toplum, Bir Sessiz Narin Kız
Toprağın altında narin bir beden, üzerinde kökleşmiş cehalet ve ataerkil düzenin gölgesi… 8 yaşındaki Narin Güran’ın kaybı, sadece bir çocuğun yitişi değil; memleketin en derin yaralarından birine açılan soğuk bir bıçak darbesi.
19 gün sonra bulunan bir ceset; 2024 Türkiye’sinde kaybolmuş insanlığın cenazesi. Devletin asli görevi olan çocukları koruma sorumluluğu, bir kez daha sınıfta kalmış, cehalet ve ataerkil düzen bir çocuğu daha kurban etmiştir.
Narin’in tabutuna bırakılan beyaz duvak, ne kadar da manidar! Öldürülmeseydi “çocuk gelin” mi olacaktı? O duvak, ölümden ziyade bir toplumun zihniyetine koyulan bir nişan. Narin’i öldüren, onu bir çuvala koyup suya atan eller değil sadece. Onu öldüren, tabutuna beyaz duvak koyan o zihniyet. Bir çocuğa biçilen en büyük kaderin "gelin olmak" olduğu bir toplumda, her ölüm bir çaresizliğin iz düşümü.
Hiçbir çocuğun son isteği "gelin olmak" olamaz. Hiçbir çocuğun “son isteği” olmamalı!
Narin’in ölümü, Tavşantepe Köyü’nde Pandora’nın kutusunu açtı. Köyün karanlık geçmişi bu olayla birlikte gün yüzüne çıkıyor. Son on yılda yaşanan şüpheli ölümler, arazi kavgaları, aile içi intiharlar… Narin’in engelli ablasının yıllar önce “merdivenden düştü” denilerek ölmesi...
Bu köydeki her ölüm, sadece bir kaza ya da intihar değil; uzun süredir gizlenen ve görmezden gelinen sırların bir parçası gibi görünüyor. Jandarmanın ve savcılığın bu ölümleri mercek altına alması gerektiği yönünde çağrılar yükseliyor.
Köyün toprakları kadar karmaşık olan sosyal yapısı da dikkat çekici. 600 dönüm arazi, kuşaklardan beri süregelen mülkiyet davaları ve çözümsüz kavgalar... Gazetecilerin işaret ettiği bu arazi, belki de Narin’in istemeden şahit olduğu bir olayın üstünü örtmek için verilen mücadelelerden biriydi…
Sessizlik, bu köyün en iyi sakladığı sır olabilir. Her ölüm, yeni bir sırla birlikte gömülüyor; sessizliğin karanlığında kayboluyor...
Bu acı hikaye sadece Diyarbakır, Tavşantepe Köyü'ne özgü değil; ne yazık ki bu ülkenin her köşesinde aynı senaryo, sadece farklı isimlerle oynanıyor. Film aynı, isimler farklı, ama acı değişmiyor. 2023 yılında Türkiye’de 63 bin çocuk istismarı kaydı var. Her bir dava, her bir çocuk; toplumsal bir yara, bir çığlık. Devletin koruyamadığı, toplumun göz yumduğu, ailelerin sessizce izlediği kaybolmuş hayatlar... "Kol kırılır yen içinde kalır" anlayışı, feodal yapılarla iç içe geçmiş bu düzenin en karanlık yüzünü ortaya çıkarıyor.
Narin’in ölümü bize bir kez daha gösteriyor ki, sadece katillerin yakalanması ya da cezai yaptırımlar, çocuklarımızı korumaya yetmeyecek. Bu düzenin temelini oluşturan ataerkil yapı, çocukları ve kadınları insan olarak görmeyen, onları salt birer cinsel nesne olarak değerlendiren, güç kazanma, kontrol etme ve tahakküm kurma aracı olarak gören bir zihniyetle varlığını sürdürüyor. Narin’in cenaze törenindeki ağıtlar, aslında yıllardır susturulmuş binlerce çocuğun çığlığı…
Narin’in trajedisi, ataerkil toplum yapısının ve feodal düzenin en yakıcı yüzünü ortaya koyuyor. Devletin güneydoğudaki feodal sistemi tasfiye edememesi, aşiret ve toprak düzeninin hâlâ devam etmesi, nitelikli eğitimin yeterince yaygınlaştırılamaması... İşte bu kusurlar, Narin gibi çocukların kurban edilmesine zemin hazırlıyor. Çocuk istismarı sadece bireysel değil, asıl toplumsal bir suç olarak karşımıza çıkıyor; cehaletin, yoksulluğun ve ataerkilliğin birleştiği noktada palazlanıyor. Devletin koruyucu rolünün işlemediği, nitelikli eğitimin götürülemediği, cehaletin kol gezdiği bu kapalı coğrafyalarda, çocuk gelinler, cinayetler ve istismar hikayeleri yazılmaya devam ediyor.
Devlet her kapıya bir jandarma, her kız çocuğunun başına bir polis dikemez elbette. Ancak sorunun köküne inmek, eğitimsizlikle, aşiret düzeniyle, ağalık sistemiyle yüzleşmek, bataklığı kökünden kurutmak gerekiyor.
Bu düzeni 2024 Türkiye’sinde hâlâ tasfiye edememişsek, daha çok Narin bedeni toprağa vereceğiz. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar geçen bir koca asır boyunca feodal yapıları, toprak ağalığını, şeyhliği, şıhlığı bitiremeyenler, bu acıların en büyük sorumlularıdır. Hâlâ bu karanlık düzenle yüzleşememek, gelecek nesillerin güvenliğini sağlayamamak utanç verici!
Olaydan sonra sosyal medya paylaşımları ayyuka çıkıyor. Aziz Nesin’in dizeleri geliyor pek çok kişinin aklına: "Öyle bir ölsem çocuklar / Size hiç ölüm kalmasa…"
Ancak o sırada ölüm, çocuklarımızın kapısını çalmaya devam ediyor. Bir çocuğun hayalleri, toprağa duvakla birlikte gömülürken, bizler bu düzenin pasif izleyicileri ve online “paylaşımcıları” olmayı sürdürüyoruz!
Sadık ÇELİK
[email protected]
Siyaset, dile getirilenlerden çok satır aralarında konuşulanlarla şekillenir; söylenmeyenler, sahnede görülenlerden çok daha derin ve belirleyici olabilir. Gerçek mücadeleler, çoğu zaman görünmeyen masalarda, kapalı kapılar ardında yaşanır ve karar anları bazen de sessiz bakışlarda ya da baştan savma açıklamalarda saklıdır.
CHP Tüzük Kurultayı’nda Kılıçdaroğlu'nun yokluğu ne anlatıyordu? Sadece Kılıçdaroğlu’nun kurultaya katılmamasına dair yaptığı açıklamadaki "iki başlılık" meselesi mi, yoksa daha derin bir rahatsızlığın dışavurumu mu? Tüzük taslağının kendisine gecenin bir vakti, gönderilmesi, gerçekten bir liderin onayının istenmesine mi, yoksa meydan okumaya mı işaret ediyordu örneğin? Basit bir organizasyon hatası mı, yoksa bilerek izlenen bir strateji mi?
Peki Kılıçdaroğlu’nun açıklamasına yanıt olarak Özgür Özel'in "yemekte konuşmuştuk bunları” şeklinde verdiği yüzeysel cevap inandırıcı mıydı? Yemekte mi, yoksa sahnede mi konuşulmuştu?
Bu tür basit izahlar, işin özünü örtmeye yetmiyor.
Sonra Mansur Yavaş’ın kürsüden yaptığı serzeniş… Kurultayda konuşma yapacağı kendisine 1 saat önce haber verilmiş. Oysa İmamoğlu’na günler öncesinden bilgi ve hazırlık süresi verilmiş. Parti aynı, sahne aynı ama oyunlar başka… Yavaş, bu duruma açıkça dikkat çekerek, "Ben de İmamoğlu gibi coşkulu bir konuşma yapmak isterdim. Ama bana burada konuşma yapacağım bir saat önce söylendi," diye serzenişte bulundu. Ancak en çarpıcı ifade belki de şu oldu: "14 büyükşehir belediye başkanı varken yalnız iki belediye başkanının burada konuşması, uzun zamandır fitne peşinde koşanlara da fırsat verebilir."
Bu sözler, sadece bir serzeniş değil, aynı zamanda partideki çatlaklara işaret eden, daha derin bir uyarı niteliğindeydi. Çünkü sessizce bekleyen fırsatçılar için bu sahne, gerçekten de tam aradıkları fırsatı sunuyordu.
***
Kurultay içeriğine dair en önemli mesele ön seçimdi. Beklentiler büyüktü, umutlar yüksekti... Ancak sonuç hayal kırıklığı oldu. Ön seçim şartı, "hakim huzurunda, amasız fakatsız" bir şekilde getirilmedi. Bunun yerine, mevcut genel merkezin hakimiyetini tescilleyecek, İmamoğlu’nun geleceğini mümkün mertebe güvence altına alacak bir formül yaratıldı. Bu tablo, değişim vaatleriyle yola çıkan partinin, iç yapısında yenilenmeden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
CHP’nin, TBMM'de sıkça eleştirdiği açık oylama yöntemini kendi kurultayında bizzat uygulaması... Mecliste milletvekillerinin baskı altında tutulduğundan yakınan bir parti, kurultayda delegelerine açık oylama yaptırarak tam da eleştirdiği yöntemi benimsemiş oldu.
Oysa gizli oylama, demokrasinin vazgeçilmez yapı taşıdır. Delegelerin yan yana oturup, kimin hangi yönde oy kullandığının herkesçe görüldüğü bir ortamda özgür iradeden bahsetmek mümkün mü? Herkesin gözü üzerlerindeyken, grupların, il başkanlarının ve genel merkezin baskısı altında, gerçekten hür bir seçim yapılabilir mi? Baskı ve gözetim altında alınan bir karar, iradenin mi yoksa dayatmanın mı bir sonucudur? Bu kurultayda özgür irade, salonun dışında bırakılmış gibi görünüyor.
Genel merkezin kurultayda açık oylama yapılmasına baştan kararını vermiş olduğu da açık. Açık oylama yöntemi, tüzük maddelerinin geçmesi için bilinçli bir tercih olarak önceden planlanmış.
Açık oylama tercihi, genel merkezin tüzük değişikliklerinin geçmeyeceğinden korktuğunun bir göstergesiydi. Çünkü, kurultay delegelerinin büyük bir çoğunluğunun bu maddelere itiraz edeceğini, mevcut merkezi yönetime muhalefetin giderek büyüdüğünü biliyorlardı. Gizli oylama ile bu itirazların su yüzüne çıkmasından çekinerek, açık oylamayı dayatmak zorunda kaldılar.
Ne yazık ki CHP'nin, yıllardır Meclis'te şikayet ettiği "indir, kaldır, kabul" düzeninin aynısını kendi kurultayında da sahneye koyduğu gerçeğiyle yüzleştik. İktidarın yasaları alelacele geçirdiği bir sistemi eleştirirken, benzer bir yöntemle partinin en önemli tüzük değişikliklerini geçirmek... Toptancı bir anlayışla, üstünkörü kabul edilen bu kararlar, demokrasi mücadelesi veren bir partinin kendi ilkeleriyle çeliştiği bir tablo ortaya koyuyor. Bu kurultay, partinin idealizm iddiasını gölgede bırakan, demokrasi mücadelesinde bir nevi suçüstü yakalanma anıydı.
Evet, neticede hakim denetiminde, tüm üyelerin katılımıyla yapılacak ön seçim, tüzüğe girmedi. Bu da genel başkanın kurultay delegelerine verdiği sözle örtüşmeyen bir tablo ortaya çıkarıyor. 31 Mart seçimlerine giderken yapılan kurultayda, Özgür Özel ve ekibi ön seçimin mutlaka yapılacağını vadetmişti. O gün verilen sözler eğilip büküldü ve yerine getirilmedi. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi; bu sözlerin tutulmayacağı, o günlerde bile bir işaret olarak duruyordu.
Aslında parti yapısında da temel bir sıkıntı var. Örgüt, partinin omurgasıdır; eğer sağlıklı bir üye tabanınız yoksa, yukarıda ne kadar düzenleme yaparsanız yapın, hepsi anlamsız kalır. İlk düğme yanlış iliklenmişse, tüm süreç yanlış ilerler. Bunun yanı sıra, Türkiye'de seçim sistemi ve partiler yasası değişmeden, ne kadar çabalarsanız çabalayın, sonuç almak mümkün değil. Hele bu tüzük kurultayı gibi yüzeysel düzenlemelerle hiç değil… Biz tüm üyelerle oy kullanılsın, ön seçim yapılsın diyoruz, ancak bu sistemin de kendi içinde ciddi sorunları var. Yine de, Ankara'da bir avuç insanın karar vermesindense, mahallelerden başlayarak 1.5 milyon üyenin katılımıyla gerçekleşecek bir ön seçim, şüphesiz ki hem daha sağlıklı hem de daha demokratik olacaktır.
Genel merkezin, tüzükte yapacağımız değişiklikler, Türkiye'deki partiler yasasına aykırılık teşkil etmesin söylemi, özellikle hakim huzurunda yapılacak ön seçimler konusunda, aslında bahaneden öteye gitmiyor. Sosyal demokrat bir parti olarak demokrasi savunuluyorsa, bunu önce kendi içinde hayata geçirmek gerekir. Tüzük değişiklikleri, demokrasinin kuram ve kuralları doğrultusunda, ilerici adımlarla partinin içinde uygulanmalı ve Türkiye’ye örnek olmalıdır. Ancak işinize gelmediği için, bu konuda keseri kendi ayağınıza vurmamak adına dolambaçlı yollar tercih ediyorsunuz. Bu tür kaçamaklarla, toplumda düşünce üreten beyinleri kandırmanız mümkün olmaz.
Geçmişte bu partide hakim huzurunda yapılan seçimler, Yüksek Seçim Kurulu’nun onayıyla sorunsuz bir şekilde gerçekleşmişti. Sandık başına hakim gönderilmiş, bu konuda herhangi bir itiraz da yaşanmamıştı. O halde şimdi bu tür bahanelere sığınmak neden? Eğip bükmeye gerek yok, demokratik adımları atmaktan kaçınmak, partinin kendi içinde de dışarıya verdiği demokratik mesajları zayıflatıyor.
Demokrasi, hukuk ve adalet gibi kavramlar sıkça dile getiriliyor, ancak bu kavramların uygulamada tam anlamıyla karşılık bulmadığı bir gerçek. Özgür Özel'in özellikle Erdoğan karşısında sergilediği “normalleşme” tavırları, esnek bir duruş benimsediği izlenimini güçlendiriyor. Aynı şekilde, İmamoğlu’nun da benzer bir strateji izlediği, her iki ismin de Erdoğan’ın yöntemlerine duydukları bir hayranlık ya da etkilenme olduğu yönündeki düşünceler sıkça dile getiriliyor. Bu tutum, her iki ismin de adeta Erdoğan’ın siyaset sahnesinde oluşturduğu düzeni bir nevi devam ettiren figürler olarak görüldüğü eleştirilerini doğuruyor. Dolayısıyla, bu siyasi yaklaşımın, partide gerçek bir demokratik dönüşümü ne ölçüde sağlayabileceği, ciddi bir soru işareti olarak karşımızda duruyor.
Genel merkezin yüzde 5 olan kontenjan hakkını yüzde 15'e çıkarması da kurultaydaki başka bir kırılma noktası oldu. Bu artış, temsil adaletini derinden sarsar mı? Kesinlikle sarsar. Yüzde 15 gibi yüksek bir oran, parti içinde dengeyi alt üst edecek bir güç konsantrasyonuna işaret eder. Bu karar, demokratik temsilin ruhunu zedeleyen, kabul edilmesi zor bir ayrıcalık tanıyor genel merkeze. Böylesi bir adım, parti içinde güç dağılımını adaletsiz bir şekilde yeniden şekillendirirken, tabanın iradesini de gölgede bırakıyor.
Tüzük kurultayında gündeme gelen dijital oy kullanma meselesi ise üyelerin büyük bir kısmı için teknik anlamda zorluklar doğurabilir. Dijitalleşme, önemli ve modern bir adım olsa da, bu sistemin uygulanabilirliği konusunda üyelerin yeterli donanıma sahip olup olmadığı iyi değerlendirilmelidir. Bu sürecin Ankara genel merkezden yönetilmesi planlanırken, yereldeki teknik destek ve altyapının yeterli olup olmadığı dikkate alınmalıdır. Başarılı bir dijitalleşme için sadece teknolojiyi sunmak değil, bu teknolojinin tüm üyeler tarafından etkin bir şekilde kullanılabileceği bir ortam sağlamak da önemlidir.
Sonuç olarak, "İkinci Yüzyıl Değişim Kurultayı" denilerek yapılan bu toplantıda dağ fare doğurdu, değişim merkezinde oluşan yüksek beklentiler karşılanamadı. Teknik konular etrafında dönüp duran teknik bir kurultayın ötesine geçemedi. Nasıl bir CHP? Nasıl bir Türkiye? sorularının cevaplanmadığı bu süreç, toplumun ve partinin beklentilerini yanıtlamakta yetersiz kaldı.
Genel merkez, kendi geleceğini güvence altına alırken, partinin geleceğini gözden kaçırıyor. Olağanüstü kurultaya giden yol artık iyice belirginleşiyor.
Tüzük kurultayından sonra genel merkezin başlattığı yeni çalışma, "yeterli performans göstermeyen" ya da "çalışmayan" il ve ilçe örgütlerinin görevden alınmasına yönelik bir hamle… Bu adımın perde arkasında daha tehlikeli bir amaç yatıyor. Asıl hedef, genel merkeze muhalefet eden, farklı düşünen ve rahatsızlıklarını dile getiren örgütleri tasfiye etmek gibi görünüyor.
Genel merkezin uzun süredir partiyi "dikensiz bir gül bahçesi"ne dönüştürme hedefi artık açıkça su yüzüne çıkmış durumda. Daha önce sessizce atılan bu adımlar, şimdi uygulama aşamasına geçiyor.
Aslında bu tasfiye hareketi, tüzük kurultayından önce de belirli il ve ilçe örgütlerini hedef almıştı. O dönem, "31 Mart seçimlerinde çalışmadılar, başka partilere hizmet ettiler" gibi suçlamalarla bazı örgütler görevden alınmıştı. Şimdi ise "yeterli performans göstermiyorlar, tembellik yapıyorlar" bahanesiyle bu tasfiye sürecinin devam filmi çekiliyor.
Mansur Yavaş’a kurultayda yapılanlar, Kılıçdaroğlu’nun dışlanması gibi gelişmeler, toplumun gözleri önünde cereyan ediyor ve halk, bu durumu yakından izliyor.
Genel merkezin bu stratejisi, sadece toplumdaki karşılığını kaybetmekle kalmıyor, aynı zamanda parti içinde de derin bölünmelere yol açıyor. Örgütü tamamen kendilerine biat eden, sorgusuz sualsiz talimatları yerine getiren bir yapıya dönüştürme çabası, "kurşun askerler" yaratma arzusuyla partinin iç dinamiklerini zayıflatıyor ve birliğini tehdit ediyor.
Partide yaşanan bu tartışmalar, tasfiye hareketleri, tüzük sonrası oluşan hava, ayrıca parti içerisinde üç farklı aday tartışmaları, ne CHP'nin ne de Türkiye'nin geleceği açısından olumlu bir tablo çiziyor. Kaldı ki CHP'nin yüzde 35 civarında sabitlenen oy oranından yukarı çıkamaması, kendi içinde parçalı bir yapı sergilemesi, kaotik ortamı besliyor. Bu parçalanmışlık, sadece CHP’yi değil, genel seçimlerde AKP hükümranlığına son verme umudunu da baltalıyor.
Son olarak, genel merkeze muhalif olanlara yönelik dile getirilen "siyasal Alevilik" suçlaması, oldukça çirkin ve tehlikeli bir yakıştırmadır. Bu tür karalama ve çamur atma politikaları, partiyi daha da bölmekten öteye gitmez. İdeolojik ve kimlik temelli bu tarz ithamlar, parti içindeki farklı sesleri susturmaya yönelik girişimler olarak algılanabilir ve toplumsal barışa zarar verebilir. Böylesine hassas bir meselede siyasi ahlakı korumak herkesin sorumluluğudur!
Bir Çocuk, Bir Toplum, Bir Sessiz Narin Kız
Toprağın altında narin bir beden, üzerinde kökleşmiş cehalet ve ataerkil düzenin gölgesi… 8 yaşındaki Narin Güran’ın kaybı, sadece bir çocuğun yitişi değil; memleketin en derin yaralarından birine açılan soğuk bir bıçak darbesi.
19 gün sonra bulunan bir ceset; 2024 Türkiye’sinde kaybolmuş insanlığın cenazesi. Devletin asli görevi olan çocukları koruma sorumluluğu, bir kez daha sınıfta kalmış, cehalet ve ataerkil düzen bir çocuğu daha kurban etmiştir.
Narin’in tabutuna bırakılan beyaz duvak, ne kadar da manidar! Öldürülmeseydi “çocuk gelin” mi olacaktı? O duvak, ölümden ziyade bir toplumun zihniyetine koyulan bir nişan. Narin’i öldüren, onu bir çuvala koyup suya atan eller değil sadece. Onu öldüren, tabutuna beyaz duvak koyan o zihniyet. Bir çocuğa biçilen en büyük kaderin "gelin olmak" olduğu bir toplumda, her ölüm bir çaresizliğin iz düşümü.
Hiçbir çocuğun son isteği "gelin olmak" olamaz. Hiçbir çocuğun “son isteği” olmamalı!
Narin’in ölümü, Tavşantepe Köyü’nde Pandora’nın kutusunu açtı. Köyün karanlık geçmişi bu olayla birlikte gün yüzüne çıkıyor. Son on yılda yaşanan şüpheli ölümler, arazi kavgaları, aile içi intiharlar… Narin’in engelli ablasının yıllar önce “merdivenden düştü” denilerek ölmesi...
Bu köydeki her ölüm, sadece bir kaza ya da intihar değil; uzun süredir gizlenen ve görmezden gelinen sırların bir parçası gibi görünüyor. Jandarmanın ve savcılığın bu ölümleri mercek altına alması gerektiği yönünde çağrılar yükseliyor.
Köyün toprakları kadar karmaşık olan sosyal yapısı da dikkat çekici. 600 dönüm arazi, kuşaklardan beri süregelen mülkiyet davaları ve çözümsüz kavgalar... Gazetecilerin işaret ettiği bu arazi, belki de Narin’in istemeden şahit olduğu bir olayın üstünü örtmek için verilen mücadelelerden biriydi…
Sessizlik, bu köyün en iyi sakladığı sır olabilir. Her ölüm, yeni bir sırla birlikte gömülüyor; sessizliğin karanlığında kayboluyor...
Bu acı hikaye sadece Diyarbakır, Tavşantepe Köyü'ne özgü değil; ne yazık ki bu ülkenin her köşesinde aynı senaryo, sadece farklı isimlerle oynanıyor. Film aynı, isimler farklı, ama acı değişmiyor. 2023 yılında Türkiye’de 63 bin çocuk istismarı kaydı var. Her bir dava, her bir çocuk; toplumsal bir yara, bir çığlık. Devletin koruyamadığı, toplumun göz yumduğu, ailelerin sessizce izlediği kaybolmuş hayatlar... "Kol kırılır yen içinde kalır" anlayışı, feodal yapılarla iç içe geçmiş bu düzenin en karanlık yüzünü ortaya çıkarıyor.
Narin’in ölümü bize bir kez daha gösteriyor ki, sadece katillerin yakalanması ya da cezai yaptırımlar, çocuklarımızı korumaya yetmeyecek. Bu düzenin temelini oluşturan ataerkil yapı, çocukları ve kadınları insan olarak görmeyen, onları salt birer cinsel nesne olarak değerlendiren, güç kazanma, kontrol etme ve tahakküm kurma aracı olarak gören bir zihniyetle varlığını sürdürüyor. Narin’in cenaze törenindeki ağıtlar, aslında yıllardır susturulmuş binlerce çocuğun çığlığı…
Narin’in trajedisi, ataerkil toplum yapısının ve feodal düzenin en yakıcı yüzünü ortaya koyuyor. Devletin güneydoğudaki feodal sistemi tasfiye edememesi, aşiret ve toprak düzeninin hâlâ devam etmesi, nitelikli eğitimin yeterince yaygınlaştırılamaması... İşte bu kusurlar, Narin gibi çocukların kurban edilmesine zemin hazırlıyor. Çocuk istismarı sadece bireysel değil, asıl toplumsal bir suç olarak karşımıza çıkıyor; cehaletin, yoksulluğun ve ataerkilliğin birleştiği noktada palazlanıyor. Devletin koruyucu rolünün işlemediği, nitelikli eğitimin götürülemediği, cehaletin kol gezdiği bu kapalı coğrafyalarda, çocuk gelinler, cinayetler ve istismar hikayeleri yazılmaya devam ediyor.
Devlet her kapıya bir jandarma, her kız çocuğunun başına bir polis dikemez elbette. Ancak sorunun köküne inmek, eğitimsizlikle, aşiret düzeniyle, ağalık sistemiyle yüzleşmek, bataklığı kökünden kurutmak gerekiyor.
Bu düzeni 2024 Türkiye’sinde hâlâ tasfiye edememişsek, daha çok Narin bedeni toprağa vereceğiz. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar geçen bir koca asır boyunca feodal yapıları, toprak ağalığını, şeyhliği, şıhlığı bitiremeyenler, bu acıların en büyük sorumlularıdır. Hâlâ bu karanlık düzenle yüzleşememek, gelecek nesillerin güvenliğini sağlayamamak utanç verici!
Olaydan sonra sosyal medya paylaşımları ayyuka çıkıyor. Aziz Nesin’in dizeleri geliyor pek çok kişinin aklına: "Öyle bir ölsem çocuklar / Size hiç ölüm kalmasa…"
Ancak o sırada ölüm, çocuklarımızın kapısını çalmaya devam ediyor. Bir çocuğun hayalleri, toprağa duvakla birlikte gömülürken, bizler bu düzenin pasif izleyicileri ve online “paylaşımcıları” olmayı sürdürüyoruz!
Sadık ÇELİK
[email protected]