Yan yana sıralanmış ahşap plaj kabinlerinden birine emekleyerek yaklaştım. Belki tahtaların eskiliğinden dolayı belki de sırf bu iş için açılmış bulunan budak deliklerinden birine gözümü uydurdum. İçeriye bakmaya koyuldum. Önce sadece bir karanlık gördüm. Tuhaf gelebilir ama benim işimde “karanlık” da görülebilir. Sonra hiçbir şey görmedim. Yok. Mayosunu giyen ya da çıkartan bir kadın, ona sarılan bir erkek, adet yerini bulsun diye yakılmış sigaralar, eprimiş iç çamaşırları, kuma belenmiş havlular. Bunların hiçbirini görmedim. Bunları görmediğim gibi, o alışılmış ahlar vahlar, inlemeler, gülme ya da ağlama sesleri, kısık sesle söylenen “dur biraz”, “böyle daha iyi” şeklinde konuşmalar da duymadım.
Görmedim ve duymadım çünkü bunlar yoktu. Plaj kabini bomboştu. Bunu kendim istemiş ve budak deliğinden içeriye bakmak için özellikle boş bir plaj kabini seçmiştim. Evet. Hepsi bu işte. Boşluğunun nasıl bir şey olacağını anlamak için özellikle içinde kimse olmayan bir kabin arayıp bulmuştum. Sonra da o boşluğu seyretmiştim.
Yok. Sapık ya da deli değilim. Ben bir gözetleyici, dikizci ya da röntgenci de değilim. Günün yirmi dört hatta daha sonra anlatacağım gibi günün doksan altı saatinde, perdesi aralık kalmış pencerelere, umumi helalara, soyunma yerlerine, hamam odalarına, halvetlere bakarım. Bakkallara, berberlere, kahvelere, mekteplere, trenlere ve vapurlara da bakarım. Bakarım ve insanları incelerim.
Bunu bir sapık ya da deli olduğum için yapmam. “Gözlemci” olduğum için yaparım. Benim işim budur. Ben bir gözlemciyim. Hem de uluslararası bir gözlemci…
Hepimizin tanıdığı Nono Bey’in sergüzeşti devam ediyor. Elmas ve Şıngır Mıngır bir Boğaziçi, Ahlar ve Vahlar İçinde Bir Beyoğlu mekanında sergüzeşt devam ediyor. İstanbul-Paris arasında ve Kurutulmuş Felsefe Bahçeleri içinde macera sürerken, Salah Bey Tarihi sahnesinde bu kez bir gözlemci hem de uluslararası bir gözlemci “antresini” yapıyor.
Kendi tanımlamasına göre beynelmilel bir gözlemci bu. Gece uyurken bile gözlemcilik görevini savsaklamayan biri. “Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satın alma kurulu üyeleri, şoförler, karaborsacılar, önemli derneklerin genel yazmanları, hırsızlar, aydınlar hep benim gözlemim altındadır” diyen bir gözlemci.
Hayatından ve yaptığı işten yani gözlemcilik işinden memnun ama kimi insanlar da ona acıyor. “Bir kıyıya çekilip insanların nasıl yürüdüklerini, nasıl çocuklarını okula götürdüklerini, nasıl kendilerini sekiz katlı apartmanlardan aşağı attıklarını seyredeceğine, atıl, çalış, kendini göster, zenginliklerini ortaya koy” diyorlar ona.
Nedir, gözlemcimiz bu sözlere zerrece kulak asmıyor ve işini yapmayı sürdürüyor. Gözlemliyor. Herkesi, her şeyi gözlemliyor. Adı üstünde, gözlemci işte. Biz “sıradan” insanların hiç aklına gelmeyen şeyleri görüyor ve gözlemliyor. Örneğin, uzun bir süre odasının neden dört köşe olduğu üzerinde kafa yorduktan sonra, evleri ve cümle mekanları gözlemlemeye koyuluyor.
İnsanların oturmak için ev, balkon gibi dört köşe mekanlar yaptıklarını oysa savaşmak için kule, kümbet ve kale gibi yuvarlak yerler inşa ettiklerini görüyor. Sonra da “insanlar savaşmak, dövüşmek, düşmanlarının kalbine dumdum kurşunu yollayıp kendi derilerini kurtarabilmek için yusyuvarlak yapılar yükseltiyorlardı ama oturmak, uyumak, sevişmek için hep dört köşe odalar, sofalar salonlar yapıyorlardı” diyor. Ardından da ekliyor. “Demek ölmek, savaşmak için bir kasnak, bir çember içine girmek; konuşmak, radyo dinlemek için de ille dört köşeli odalarda bulunmak gerekiyordu”.
Edebiyatımızın özgün ismi Salah Birsel, “Dört Köşeli Üçgen” adlı kitabında
bir gözlemciyi anlatıyor. Melih Cevdet Anday’ın İsa’nın Güncesi ve Gizli Emir adlı kitaplarına yer yer benzer biçimde biraz da gerçeküstü bir ortamda yaşayan ve “Tütün Yaprakevi” gibi muğlak isimli bir işyerinde, ne olduğunu tam da bilemediğimiz bir görevde çalışan gözlemci, gördüğü, tanık olduğu hemen her şeyi, herkesi gözlemliyor. Bunu yaparken, bazen alışılmışın dışında yöntemlere de başvuruyor. Ne düşündüklerini anlayabilmek için insanların karınlarını dinliyor örneğin. Sonra da onların karın gurultularına kulak kabartarak, ne düşündükleri hakkında kestirimlerde bulunuyor. İşin tuhafı, bu kestirimlerin büyükçe bir bölümü de gerçek çıkıyor. Dahası, insanların çoğu böyle bir yöntemin saçma sapanlığını sorgulamak yerine, ona inanıp herkesten önce gözlemcinin karşısına çıkmaya, karnındaki gurultuyu dinletmeye çalışıyor.
Gözlemci, başı sık sık belaya girerek, çalıştığı işlerden kovularak, dayak yemesine ramak kalarak, çoğu kez tartaklanarak gözlemleme işini inatla ve geliştirerek sürdürüyor. Bu işe ayırdığı saatleri bilinen zaman kavramının ötesine taşıyor, uykuyu ve yemek yemeyi neredeyse boşluyor. Derken, gözlemlemesini gözlemlemeye başlıyor. Ardından tüm bu iç içe geçmiş süreci de gözlemlemeye koyuluyor.
Tüm bu hengame sonucunda gözlemlere söz geçirme gücünü de yitiren gözlemci, beynini kemiren, kendisini hasta eden gözlemlerden kurtulmaya karar veriyor. Onları “satmaya” başlıyor. Bir ikindiüstü, Yüksekkaldırım’da bir mendil açarak gözlemlerini satışa çıkartıyor.
Kitabın ilk iki üç sayfasından sonra hemen anlaşıldığı gibi, gözlemcinin gözlemlemeleri aslında Salah Birsel’in kendi kişisel gözlemlerinden başka bir şey değil. Birsel, “Silindir Şapka İçindeki Sinek”, “Evler ve Kadınlar”, “Yedi Uyurlar”, “Körler Çarşısı”, “Newton ve Mau Mau’lar”, “Gülme Makinesi”, “Mantık Denizinin Midyeleri”, “Çanlar Kaç Derecede Çalar”, “Siraküze Kralları” gibi gizemli ve çoğu kez de anlatılanlarla pek ilgisi bulunmayan bölüm başlıkları altında sürdürdüğü romanında, insanlar üzerindeki kendi gözlemlerini anlatıyor.
Gelelim neden “dört köşeli üçgen” dendiğine. Birsel bunu kitabında ayrıntılarıyla açıklıyor. Ben sadece şunu söyleyebilirim: Unutmayalım ki, karşımızda bir gözlemci hem de uluslararası bir gözlemci var. Kalibresi bu kadar yüksek olan bir gözlemci, yeri ve zamanı geldiğinde bir üçgenin de pekala dört köşeye sahip olduğunu gözlemlemiştir elbet değil mi?...
Görmedim ve duymadım çünkü bunlar yoktu. Plaj kabini bomboştu. Bunu kendim istemiş ve budak deliğinden içeriye bakmak için özellikle boş bir plaj kabini seçmiştim. Evet. Hepsi bu işte. Boşluğunun nasıl bir şey olacağını anlamak için özellikle içinde kimse olmayan bir kabin arayıp bulmuştum. Sonra da o boşluğu seyretmiştim.
Yok. Sapık ya da deli değilim. Ben bir gözetleyici, dikizci ya da röntgenci de değilim. Günün yirmi dört hatta daha sonra anlatacağım gibi günün doksan altı saatinde, perdesi aralık kalmış pencerelere, umumi helalara, soyunma yerlerine, hamam odalarına, halvetlere bakarım. Bakkallara, berberlere, kahvelere, mekteplere, trenlere ve vapurlara da bakarım. Bakarım ve insanları incelerim.
Bunu bir sapık ya da deli olduğum için yapmam. “Gözlemci” olduğum için yaparım. Benim işim budur. Ben bir gözlemciyim. Hem de uluslararası bir gözlemci…
Hepimizin tanıdığı Nono Bey’in sergüzeşti devam ediyor. Elmas ve Şıngır Mıngır bir Boğaziçi, Ahlar ve Vahlar İçinde Bir Beyoğlu mekanında sergüzeşt devam ediyor. İstanbul-Paris arasında ve Kurutulmuş Felsefe Bahçeleri içinde macera sürerken, Salah Bey Tarihi sahnesinde bu kez bir gözlemci hem de uluslararası bir gözlemci “antresini” yapıyor.
Kendi tanımlamasına göre beynelmilel bir gözlemci bu. Gece uyurken bile gözlemcilik görevini savsaklamayan biri. “Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satın alma kurulu üyeleri, şoförler, karaborsacılar, önemli derneklerin genel yazmanları, hırsızlar, aydınlar hep benim gözlemim altındadır” diyen bir gözlemci.
Hayatından ve yaptığı işten yani gözlemcilik işinden memnun ama kimi insanlar da ona acıyor. “Bir kıyıya çekilip insanların nasıl yürüdüklerini, nasıl çocuklarını okula götürdüklerini, nasıl kendilerini sekiz katlı apartmanlardan aşağı attıklarını seyredeceğine, atıl, çalış, kendini göster, zenginliklerini ortaya koy” diyorlar ona.
Nedir, gözlemcimiz bu sözlere zerrece kulak asmıyor ve işini yapmayı sürdürüyor. Gözlemliyor. Herkesi, her şeyi gözlemliyor. Adı üstünde, gözlemci işte. Biz “sıradan” insanların hiç aklına gelmeyen şeyleri görüyor ve gözlemliyor. Örneğin, uzun bir süre odasının neden dört köşe olduğu üzerinde kafa yorduktan sonra, evleri ve cümle mekanları gözlemlemeye koyuluyor.
İnsanların oturmak için ev, balkon gibi dört köşe mekanlar yaptıklarını oysa savaşmak için kule, kümbet ve kale gibi yuvarlak yerler inşa ettiklerini görüyor. Sonra da “insanlar savaşmak, dövüşmek, düşmanlarının kalbine dumdum kurşunu yollayıp kendi derilerini kurtarabilmek için yusyuvarlak yapılar yükseltiyorlardı ama oturmak, uyumak, sevişmek için hep dört köşe odalar, sofalar salonlar yapıyorlardı” diyor. Ardından da ekliyor. “Demek ölmek, savaşmak için bir kasnak, bir çember içine girmek; konuşmak, radyo dinlemek için de ille dört köşeli odalarda bulunmak gerekiyordu”.
Edebiyatımızın özgün ismi Salah Birsel, “Dört Köşeli Üçgen” adlı kitabında
bir gözlemciyi anlatıyor. Melih Cevdet Anday’ın İsa’nın Güncesi ve Gizli Emir adlı kitaplarına yer yer benzer biçimde biraz da gerçeküstü bir ortamda yaşayan ve “Tütün Yaprakevi” gibi muğlak isimli bir işyerinde, ne olduğunu tam da bilemediğimiz bir görevde çalışan gözlemci, gördüğü, tanık olduğu hemen her şeyi, herkesi gözlemliyor. Bunu yaparken, bazen alışılmışın dışında yöntemlere de başvuruyor. Ne düşündüklerini anlayabilmek için insanların karınlarını dinliyor örneğin. Sonra da onların karın gurultularına kulak kabartarak, ne düşündükleri hakkında kestirimlerde bulunuyor. İşin tuhafı, bu kestirimlerin büyükçe bir bölümü de gerçek çıkıyor. Dahası, insanların çoğu böyle bir yöntemin saçma sapanlığını sorgulamak yerine, ona inanıp herkesten önce gözlemcinin karşısına çıkmaya, karnındaki gurultuyu dinletmeye çalışıyor.
Gözlemci, başı sık sık belaya girerek, çalıştığı işlerden kovularak, dayak yemesine ramak kalarak, çoğu kez tartaklanarak gözlemleme işini inatla ve geliştirerek sürdürüyor. Bu işe ayırdığı saatleri bilinen zaman kavramının ötesine taşıyor, uykuyu ve yemek yemeyi neredeyse boşluyor. Derken, gözlemlemesini gözlemlemeye başlıyor. Ardından tüm bu iç içe geçmiş süreci de gözlemlemeye koyuluyor.
Tüm bu hengame sonucunda gözlemlere söz geçirme gücünü de yitiren gözlemci, beynini kemiren, kendisini hasta eden gözlemlerden kurtulmaya karar veriyor. Onları “satmaya” başlıyor. Bir ikindiüstü, Yüksekkaldırım’da bir mendil açarak gözlemlerini satışa çıkartıyor.
Kitabın ilk iki üç sayfasından sonra hemen anlaşıldığı gibi, gözlemcinin gözlemlemeleri aslında Salah Birsel’in kendi kişisel gözlemlerinden başka bir şey değil. Birsel, “Silindir Şapka İçindeki Sinek”, “Evler ve Kadınlar”, “Yedi Uyurlar”, “Körler Çarşısı”, “Newton ve Mau Mau’lar”, “Gülme Makinesi”, “Mantık Denizinin Midyeleri”, “Çanlar Kaç Derecede Çalar”, “Siraküze Kralları” gibi gizemli ve çoğu kez de anlatılanlarla pek ilgisi bulunmayan bölüm başlıkları altında sürdürdüğü romanında, insanlar üzerindeki kendi gözlemlerini anlatıyor.
Gelelim neden “dört köşeli üçgen” dendiğine. Birsel bunu kitabında ayrıntılarıyla açıklıyor. Ben sadece şunu söyleyebilirim: Unutmayalım ki, karşımızda bir gözlemci hem de uluslararası bir gözlemci var. Kalibresi bu kadar yüksek olan bir gözlemci, yeri ve zamanı geldiğinde bir üçgenin de pekala dört köşeye sahip olduğunu gözlemlemiştir elbet değil mi?...