Son günlerde muhalefetteki isimler üzerinde koparılan fırtınayı aklım almıyor…
Yıllardır süren “olmadı baştan” şeklindeki politikalar yüzünden ülke ekonomisinin sıfırı tüketmesinin, bozulan toplumsal ve siyasi yapının, keskin çizgilerle ayrışan toplumun, kaybedilen dış itibarın ve gereksiz yere girilen savaşların, iç ve dış politikadaki fahiş hatalar nedeniyle çözümsüz hale gelen mülteci sorununun hesabını soran yok…
Varsa yoksa veryansın muhalefet…
Asıl tartışılması gerekenler işte böyle bir karambolle halının altına süpürülürken, muhalefet sözcülerini ekranlarda sigaya çeken meslektaşlarıma bakıyorum da, “hocalarımızdan hiçbir şey öğrenememişiz” diyorum…
-Neydi ki size öğrettikleri? Hem siz gazetecilerin savaşı bitmez, -alaylı mı mektepli mi?- sorusuyla aranızda çatışır durursunuz…
-Canım mektepliysek bunca yıldır artık alaylı da olmadık mı? Dinle bak, hocalarımız derdi ki, -eğer bir televizyon röportajı söz konusu ise soruyu direkt sorun, sözü dolandırmayın, muhatabınızı yargılamayın, yorum yapmayın, sorunuz 20 saniyeden uzun olmasın- İşte bu kuralları öğreten değerli hocalarımız vardı.
-I-ıh, öyle soru soran gazeteci varsa bugün artık hiçbir yerde işe almazlar. Gazeteci dediğin kodu mu oturtacak, adamın konuşmasına fırsat vermeyecek, muhatabı kaçacak delik arayacak, hatta mümkünse istifa ettirecek adamı canlı yayında…
-Yeni nesil gazetecileri çok beğeniyorsun anlaşılan. Acaba bu işin evrensel ilkelerine hiç kafa yordun mu? Örneğin bu konuda tartışmasız marka sayılan BBC’deki röportajlara bir göz attın mı?
—-gülümseme hakkın yok—-
Ayıptır söylemesi 40 yıldır bu işlerin içindeyiz, inanın artık ben görüntülü yayınları izleyemez duruma geldim. Bakmayın siz yukardaki “hayali” diyaloga, herkes farkında Türkiye’de son dönemde gazeteciliğin ne kadar irtifa kaybettiğine, inanılırlık ve saygınlığını tükettiğine…
Üstelik ne yazık ki “duayen!” Diye anılan kimi meslektaşlarımızın zaman içinde gösterdiği değişimi anlamakta da zorlanıyorum. Bir anektod anlatayım, ne demek istediğim daha iyi anlaşılsın.
Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde, eşi Özer Çiller’in bürokratlara talimat verdiği, işlerin genel olarak onun üzerinden yürütüldüğü dedikoduları ayyuka çıkmıştı. Çalıştığım televizyon kanalı adına dönemin Başbakanlık Müsteşarından röportaj randevusu istedim, kabul etti, kameramanımla birlikte başbakanlığa gittik. Müsteşar, çeşitli konulardaki sorularımı samimiyetle yanıtladı, ardından şunu sordum:
-Devlet işlerinin yürütülmesinde Başbakanın eşinin de etkili olduğu, zaman zaman bürokratları bizzat arayıp talimatlar verdiği ifade ediliyor, bu doğru mu?
Müsteşar kamera kaydı sürerken bu soruya, biraz “eeee, şey” diye tereddüt ettikten sonra “Evet, zaman zaman oluyor” diye yanıt verdi.
Ana haber bülteninde yayınlanan bu haber hem rating rekoru kırdı hem de siyasi çevrelerde çok yankılandı. Devlet işleyişinde asla kabul edilemeyecek bu “hariçten gazel okuma” işinin söylenti değil, gerçek olduğunu hem de bizzat Başbakanlık Müsteşarı birinci elden itiraf etmiş oldu.
-Ee, sen epey tebrik almışsındır?
-Yoo, tam tersine azar işittim…
-Aaa, neden?
-Bizim en tepedeki yöneticimiz duayen gazeteci, haber bülteninden hemen sonra beni aradı:
-Nursun Hanım, müsteşar sorunuzu yanıtlarken kamera sizi ikili görmüş, siz o anda başınızı sallamış üstelik de gülümsemişsiniz. Yani muhatabınızı bir anlamda yargılamış, küçümsemiş gibi oluyorsunuz bu davranışınızla. Olmaz, sizin orada gülümseme hakkınız olamaz… Tarafsız olmak ve asla yorum yapmamak zorundasınız bunun unutmayın…
-Ne oldu peki sonra?
-Düşündüm hak verdim bizim duayen yöneticimize, bir daha da öyle bir aymazlığa düşmedim açık söyleyeyim. Ama geçenlerde o yöneticimizi CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na soru sorarken izledim ve çok şaşırdım.
-Niye? Çok mu gülüyordu Kılıçdaroğlu’nu dinlerken?
-Ya dalga geçmeyi bırak… Tam tersine o kadar üst perdeden ve azarlar gibi konuşuyordu ki Kılıçdaroğlu ile… Yayını birkaç meslektaşımla birlikte izliyorduk, biri dedi ki, -yahu bu nasıl bir röportaj? Öyle bir hava estiriyorlar ki, gören der ki, Kılıçdaroğu’ndan canlı yayında istifasını isteyecekler…- İşte böyle…
-Peki senin yıllar sonra o programda görüp, soru sorma şekline şaşırdığın duayen gazeteci kimdi?
-Uğur Dündar…
-Demek ki o da artık evrensel ilkelerden vazgeçmiş, yeni nesil gazeteciliği benimsemiş, öyle değil mi?
-Yorum yok… Olanı anlattım ben, yorum sana ait. Ha, bu arada yıllar önce çalıştığım gazetenin başlığındaki deyişi de hatırlatayım:
“Haber kutsal yorum hürdür”
Yıllardır süren “olmadı baştan” şeklindeki politikalar yüzünden ülke ekonomisinin sıfırı tüketmesinin, bozulan toplumsal ve siyasi yapının, keskin çizgilerle ayrışan toplumun, kaybedilen dış itibarın ve gereksiz yere girilen savaşların, iç ve dış politikadaki fahiş hatalar nedeniyle çözümsüz hale gelen mülteci sorununun hesabını soran yok…
Varsa yoksa veryansın muhalefet…
Asıl tartışılması gerekenler işte böyle bir karambolle halının altına süpürülürken, muhalefet sözcülerini ekranlarda sigaya çeken meslektaşlarıma bakıyorum da, “hocalarımızdan hiçbir şey öğrenememişiz” diyorum…
-Neydi ki size öğrettikleri? Hem siz gazetecilerin savaşı bitmez, -alaylı mı mektepli mi?- sorusuyla aranızda çatışır durursunuz…
-Canım mektepliysek bunca yıldır artık alaylı da olmadık mı? Dinle bak, hocalarımız derdi ki, -eğer bir televizyon röportajı söz konusu ise soruyu direkt sorun, sözü dolandırmayın, muhatabınızı yargılamayın, yorum yapmayın, sorunuz 20 saniyeden uzun olmasın- İşte bu kuralları öğreten değerli hocalarımız vardı.
-I-ıh, öyle soru soran gazeteci varsa bugün artık hiçbir yerde işe almazlar. Gazeteci dediğin kodu mu oturtacak, adamın konuşmasına fırsat vermeyecek, muhatabı kaçacak delik arayacak, hatta mümkünse istifa ettirecek adamı canlı yayında…
-Yeni nesil gazetecileri çok beğeniyorsun anlaşılan. Acaba bu işin evrensel ilkelerine hiç kafa yordun mu? Örneğin bu konuda tartışmasız marka sayılan BBC’deki röportajlara bir göz attın mı?
—-gülümseme hakkın yok—-
Ayıptır söylemesi 40 yıldır bu işlerin içindeyiz, inanın artık ben görüntülü yayınları izleyemez duruma geldim. Bakmayın siz yukardaki “hayali” diyaloga, herkes farkında Türkiye’de son dönemde gazeteciliğin ne kadar irtifa kaybettiğine, inanılırlık ve saygınlığını tükettiğine…
Üstelik ne yazık ki “duayen!” Diye anılan kimi meslektaşlarımızın zaman içinde gösterdiği değişimi anlamakta da zorlanıyorum. Bir anektod anlatayım, ne demek istediğim daha iyi anlaşılsın.
Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde, eşi Özer Çiller’in bürokratlara talimat verdiği, işlerin genel olarak onun üzerinden yürütüldüğü dedikoduları ayyuka çıkmıştı. Çalıştığım televizyon kanalı adına dönemin Başbakanlık Müsteşarından röportaj randevusu istedim, kabul etti, kameramanımla birlikte başbakanlığa gittik. Müsteşar, çeşitli konulardaki sorularımı samimiyetle yanıtladı, ardından şunu sordum:
-Devlet işlerinin yürütülmesinde Başbakanın eşinin de etkili olduğu, zaman zaman bürokratları bizzat arayıp talimatlar verdiği ifade ediliyor, bu doğru mu?
Müsteşar kamera kaydı sürerken bu soruya, biraz “eeee, şey” diye tereddüt ettikten sonra “Evet, zaman zaman oluyor” diye yanıt verdi.
Ana haber bülteninde yayınlanan bu haber hem rating rekoru kırdı hem de siyasi çevrelerde çok yankılandı. Devlet işleyişinde asla kabul edilemeyecek bu “hariçten gazel okuma” işinin söylenti değil, gerçek olduğunu hem de bizzat Başbakanlık Müsteşarı birinci elden itiraf etmiş oldu.
-Ee, sen epey tebrik almışsındır?
-Yoo, tam tersine azar işittim…
-Aaa, neden?
-Bizim en tepedeki yöneticimiz duayen gazeteci, haber bülteninden hemen sonra beni aradı:
-Nursun Hanım, müsteşar sorunuzu yanıtlarken kamera sizi ikili görmüş, siz o anda başınızı sallamış üstelik de gülümsemişsiniz. Yani muhatabınızı bir anlamda yargılamış, küçümsemiş gibi oluyorsunuz bu davranışınızla. Olmaz, sizin orada gülümseme hakkınız olamaz… Tarafsız olmak ve asla yorum yapmamak zorundasınız bunun unutmayın…
-Ne oldu peki sonra?
-Düşündüm hak verdim bizim duayen yöneticimize, bir daha da öyle bir aymazlığa düşmedim açık söyleyeyim. Ama geçenlerde o yöneticimizi CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na soru sorarken izledim ve çok şaşırdım.
-Niye? Çok mu gülüyordu Kılıçdaroğlu’nu dinlerken?
-Ya dalga geçmeyi bırak… Tam tersine o kadar üst perdeden ve azarlar gibi konuşuyordu ki Kılıçdaroğlu ile… Yayını birkaç meslektaşımla birlikte izliyorduk, biri dedi ki, -yahu bu nasıl bir röportaj? Öyle bir hava estiriyorlar ki, gören der ki, Kılıçdaroğu’ndan canlı yayında istifasını isteyecekler…- İşte böyle…
-Peki senin yıllar sonra o programda görüp, soru sorma şekline şaşırdığın duayen gazeteci kimdi?
-Uğur Dündar…
-Demek ki o da artık evrensel ilkelerden vazgeçmiş, yeni nesil gazeteciliği benimsemiş, öyle değil mi?
-Yorum yok… Olanı anlattım ben, yorum sana ait. Ha, bu arada yıllar önce çalıştığım gazetenin başlığındaki deyişi de hatırlatayım:
“Haber kutsal yorum hürdür”