İktidarın beklenmedik Avrupa Birliği’ne dönüş manevrasıyla o ezeli tartışma yeniden canlandı: Türkiye nereye ait? Doğu’ya mı, yoksa Batı’ya mı? Avrupa’ya mı, yoksa Asya’ya mı?
Bu tartışmayı isterseniz M.Ö. 12 yüzyıldaki Troya Savaşı’na kadar götürebilirsiniz… Anadolu kavimlerinin ve daha sonra Osmanlı’nın tarihini bu iki yaka arasındaki salınımlarla anlatabilirsiniz…
“İki arada”lık üzerinde çok düşündüm, çok yazılar yazdım. “İki arada” olmanın bir sıkıntı kaynağı olduğu kadar bir zenginlik olabileceğini öne sürdüm. “İki aradalık” zaman zaman karşımıza “ne-orada- ne-burada”lık olarak çıkabiliyordu. Varoluşsal bir ortada kalmışlık olarak algılanabiliyordu.
Son 200 yıl boyunca Türk aydınları bunu hep hissetmişlerdir.
Son zamanlarda “iki arada bir derede”yiz derken “dere”yi ihmal ettiğimi düşünmeye başladım. Ben de “dere”yi herkes gibi daha çok tekerlemenin hatırına kullanmaktaydım. Şimdilerde, “derede” olmanın tek başına önem taşıdığını, konumumuzu “iki arada” olmak kadar etkilediği sonucuna varıyorum.
Belki de dere yataklarından gelen suların yol açtığı seller beni buna zorluyor.
YATAY VE DİKEY TARİH
Günümüz Türkiye’si pek çok ülkeden farklı olarak hem yatay hem de dikey tarih tarafından belirleniyor. “Yatay tarih” derken, bir takım kavim ya da inançların hareketini izleyen tarihi kastediyorum.
Anadolu Türklerinin önemi bir kısmının Orta Asya’dan gelen etnik ve Arabistan’dan gelen inançsal yatay tarihleri var. Bazıları için tarih ondan ibaret: Ergenekon’dan çıktıktan ya da Hicret’ten sonra başlıyor. Malazgirt ile birleşiyor, 12 Eylül rejiminin ve şimdiki iktidarın Türk-İslam sentezine kadar geliyor…
Gerisi yatay tarih tutkunlarını ilgilendirmiyor. Ne yazık ki, ülkemiz bu dere yatağında bulunan diğer tarihsel bulguların çöpten ibaret olduğunu öne sürecek kadar yataylaşan kültür bakanları da gördü.
Dikey tarih anlayışına göre ise, önemli olan bulunandır; bu topraklarda en başından bu yana yaşanmış her şey onların ilgi alanındadır. Bunlara buzul döneminin fosilleri, antik çağların çanak çömlekleri, gelip geçmiş tüm kavimlerin yaşadıkları ve bıraktıkları dahildir.
O arsada yapılmış olan konağın temelinde bulunanlar, tüm yangınları, depremleri, sahipleri ve kiracılarıyla bilinsin ki, şimdiki kiracılar anlaşılabilsin, konağın bütünsel hikayesi yazılabilsin. Mavi Anadolucu tarih anlayışı buna benzer şeyler söyler…
SARMAŞIĞIN DALLARI
Bu iki tezin taraftarları zaman zaman kavga ederler ama öyle olması şart değildir. Yatay tarih de dikey tarih gibi ilginç ve öğretici olabilir. Bunlar bir sarmaşığın dalları gibi birbirlerine sarılıp dolanabilirler. Örneğin ben, kim bilir ne zaman Toros’lara yerleşmiş bir Yörük ailesinin torunu olarak Şule Zeybek’in “Kök Türkler” sergisini yatay tarihsel bir ilgiyle izledim.
5-6 Ağustos’ta ise, Bozcaada’da, kökleri bu toprakların derinliklerinde olan Homeros destanlarına dayanan bir etkinliğe katılacağım. Bunu hiçbir yabancılık çekmeden kendi dikey tarihimin bir sorumluluğu ve hakkı olarak yapacağım.
Bozcaada’da oturuyorum ve evimin balkonundan Troya görünüyor.
Homeros, bu toprakların derin hikayesini anlatıyor. Bu aynı zamanda benim hikayemdir. Onu ben öğrenmeyeceğim de kim öğrenecek?
Tek başına yatay tarihe takılıp kalmak, kavimciliği, milliyetçiliği ve ümmetçiliği besler. Bunların aşırısı başkalarına zararlı olabilir.
Dikey tarihle haşır neşir olmaktan ise yurtseverlik çıkar.
Yatay geçmişi ne olursa olsun, herkesin yurdunu sevmeye hakkı vardır!
Bu tartışmayı isterseniz M.Ö. 12 yüzyıldaki Troya Savaşı’na kadar götürebilirsiniz… Anadolu kavimlerinin ve daha sonra Osmanlı’nın tarihini bu iki yaka arasındaki salınımlarla anlatabilirsiniz…
“İki arada”lık üzerinde çok düşündüm, çok yazılar yazdım. “İki arada” olmanın bir sıkıntı kaynağı olduğu kadar bir zenginlik olabileceğini öne sürdüm. “İki aradalık” zaman zaman karşımıza “ne-orada- ne-burada”lık olarak çıkabiliyordu. Varoluşsal bir ortada kalmışlık olarak algılanabiliyordu.
Son 200 yıl boyunca Türk aydınları bunu hep hissetmişlerdir.
Son zamanlarda “iki arada bir derede”yiz derken “dere”yi ihmal ettiğimi düşünmeye başladım. Ben de “dere”yi herkes gibi daha çok tekerlemenin hatırına kullanmaktaydım. Şimdilerde, “derede” olmanın tek başına önem taşıdığını, konumumuzu “iki arada” olmak kadar etkilediği sonucuna varıyorum.
Belki de dere yataklarından gelen suların yol açtığı seller beni buna zorluyor.
YATAY VE DİKEY TARİH
Günümüz Türkiye’si pek çok ülkeden farklı olarak hem yatay hem de dikey tarih tarafından belirleniyor. “Yatay tarih” derken, bir takım kavim ya da inançların hareketini izleyen tarihi kastediyorum.
Anadolu Türklerinin önemi bir kısmının Orta Asya’dan gelen etnik ve Arabistan’dan gelen inançsal yatay tarihleri var. Bazıları için tarih ondan ibaret: Ergenekon’dan çıktıktan ya da Hicret’ten sonra başlıyor. Malazgirt ile birleşiyor, 12 Eylül rejiminin ve şimdiki iktidarın Türk-İslam sentezine kadar geliyor…
Gerisi yatay tarih tutkunlarını ilgilendirmiyor. Ne yazık ki, ülkemiz bu dere yatağında bulunan diğer tarihsel bulguların çöpten ibaret olduğunu öne sürecek kadar yataylaşan kültür bakanları da gördü.
Dikey tarih anlayışına göre ise, önemli olan bulunandır; bu topraklarda en başından bu yana yaşanmış her şey onların ilgi alanındadır. Bunlara buzul döneminin fosilleri, antik çağların çanak çömlekleri, gelip geçmiş tüm kavimlerin yaşadıkları ve bıraktıkları dahildir.
O arsada yapılmış olan konağın temelinde bulunanlar, tüm yangınları, depremleri, sahipleri ve kiracılarıyla bilinsin ki, şimdiki kiracılar anlaşılabilsin, konağın bütünsel hikayesi yazılabilsin. Mavi Anadolucu tarih anlayışı buna benzer şeyler söyler…
SARMAŞIĞIN DALLARI
Bu iki tezin taraftarları zaman zaman kavga ederler ama öyle olması şart değildir. Yatay tarih de dikey tarih gibi ilginç ve öğretici olabilir. Bunlar bir sarmaşığın dalları gibi birbirlerine sarılıp dolanabilirler. Örneğin ben, kim bilir ne zaman Toros’lara yerleşmiş bir Yörük ailesinin torunu olarak Şule Zeybek’in “Kök Türkler” sergisini yatay tarihsel bir ilgiyle izledim.
5-6 Ağustos’ta ise, Bozcaada’da, kökleri bu toprakların derinliklerinde olan Homeros destanlarına dayanan bir etkinliğe katılacağım. Bunu hiçbir yabancılık çekmeden kendi dikey tarihimin bir sorumluluğu ve hakkı olarak yapacağım.
Bozcaada’da oturuyorum ve evimin balkonundan Troya görünüyor.
Homeros, bu toprakların derin hikayesini anlatıyor. Bu aynı zamanda benim hikayemdir. Onu ben öğrenmeyeceğim de kim öğrenecek?
Tek başına yatay tarihe takılıp kalmak, kavimciliği, milliyetçiliği ve ümmetçiliği besler. Bunların aşırısı başkalarına zararlı olabilir.
Dikey tarihle haşır neşir olmaktan ise yurtseverlik çıkar.
Yatay geçmişi ne olursa olsun, herkesin yurdunu sevmeye hakkı vardır!