Geçtiğimiz Cuma günü Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret suçlamasıyla, 11 yıl 8 ay hapis cezası ve siyasi yasak talebiyle yargılandığı davadaki güçlü savunması tarihe geçti. 22 Kasım'da Ankara'da yapılan duruşmada, Kılıçdaroğlu özetle, iktidara karşı her zamanki net duruşunu bir adım bile geri atmadan korudu. (Bu duruşun bedeli olarak da Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na yeniden 500 bin liralık manevi tazminat davası açtı.)
Kılıçdaroğlu’nun sözlerine, işlediği bir suçtan ötürü kendini savunmak için değil, işlenen suçları kayıtlara geçmek, hesabını sormak ve tarihe not düşmek için geldiğini söyleyerek başladı ve omurgalı duruşunu en baştan ortaya koydu zaten. Böylece konuşmanın başında herkes anlamış oldu ki bu, Kılıçdaroğlu’nun hiçbir dokunulmazlık zırhı altına saklanmadan bir meydan okumasıydı.
Savunması sırasında Kılıçdaroğlu’nun, özellikle Meral Akşener ve diğer müttefiklerinin tutumlarına dair hayal kırıklığını ve pişmanlığını dile getirmesi de önemli ve çarpıcıydı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında Akşener'in "Kılıçdaroğlu'nu aileme emanet ederim,” şeklindeki sözlerine atıfta bulunarak, vatansever olarak bildikleri bu kişilerin işbirlikçi çıktığını ve onlara inanmanın büyük bir hata olduğunu ilk kez itiraf etti.
Aslında tam da bu noktada Kılıçdaroğlu bir pişmanlığını da, özellikle partisi içinde yetkili ve etkili pozisyonlara getirdiği sayısız isim tarafından hançerlenmesi, yüzüstü bırakılmasıyla, parti liderliği süresince uğradığı geniş çaplı ihanet ve ihaneti organize eden diğer ihanetçilerle de ilgili ortaya koyabilirdi.
Gerçekten, dün Kılıçdaroğlu’nun yanında olup da kurultayı kaybettikten sonra onu yalnız bırakan ya da görmezden gelen, hatta hakaret eden basın mensupları ve CHP kadroları için de “büyük hatam ve pişmanlığım” demeliydi…
Kılıçdaroğlu savunmasında 5’li çeteyi de es geçmedi. Onun eleştirel ifadelerini dinlerken İstanbul'daki ihale süreçlerini de düşünmeden edemedi insan. 5’li çetenin İstanbul’daki ihalelerin büyük kısmını nasıl aldığını… İmamoğlu'nun bu konuyla ilgili ihale kanununa, ona buna sığınan tutumunu…
Kemal Kılıçdaroğlu'nun savunması, toplumsal sorunlara dair keskin eleştirilerle doluydu. Yoksulluk, adaletsizlik ve hükümetin sosyal politikalarına yönelik eleştiriler öne çıktı. "Beslenme, eğitim ve sağlık problemi yaşayan, katledilen, taciz ve tecavüze uğrayan, sevilmeyi ve gülmeyi unutan ve yatağa aç giren her bir evladımız için üzgünüm, kahroluyorum, yüreğime ağır geliyor," diyerek toplumun en savunmasız bireyleri için duyduğu derin endişeyi ve sorumluluk hissini ortaya koydu. Toplumun derin yaralarına parmak basarak, hükümetin bu sorunlara karşı yetersiz kaldığını ve bu sorunların insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini vurgulayarak, adil bir toplum için mücadele ettiğinin altını çizdi.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Ben buraya tarih kadar uzun bir yolculuktan geldim Sayın Yargıç," şeklindeki sözleri akla Sokrates'in Atina’da yaptığı savunmayı getiriyor. Gösterdiği cesur duruşu ve adil bir toplum için verdiği mücadeleyi… Bu bağlamda Kılıçdaroğlu, sadece kişisel bir savunma sunmakla kalmıyor, aynı zamanda tarihsel bir adalet arayışını temsil ediyor. Türkiye'nin siyasi ve ekonomik geleceği üzerine geniş bir vizyonu ve haklı bir eleştiriyi ortaya koyuyor.
Kemal Kılıçdaroğlu yaptığı savunmayla, "Ben buradayım,” şeklindeki temkinli ancak net mesajını, hem varlığını hem de politik duruşunu güçlü bir şekilde ortaya koydu. Anlıyoruz ki Kılıçdaroğlu sadece mevcut dava ile değil, geniş bir siyasi perspektifte de değerlendirilmesi gereken bir isimdir. Gerek parti için gerekse ülke için htiyaç duyulan, gerekli bir isim… Onu görmezden gelmeye, yok saymaya çalışanlar, parti içinde ve dışında değersizleştirmek için yarışanlar ciddi bir yanılgı içindedir.
Duruşmayla ilgili can sıkıcı başka gelişmeler de yaşanmadı değil. Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik’in anlattığı gibi; 13 yıl CHP’nin genel başkanlığını yapmış bir ismin, bu denli kalabalık bir katılımın beklendiği duruşması için daha büyük bir duruşma salonuna geçme talebi dile getirilmiş, ancak bu talep reddedilmiş. Mahkeme salonunun yetersizliği, büyük bir dava için uygun olmayan, nefes alınamayan, hatta bir ara Kılıçdaroğlu’nun fenalaşmasına bile neden olan koşulları, aslında Kılıçdaroğlu’nun sesinin duyulmasını engellemeye yönelik alınan bir tedbir olması, onun davasında adaletin tecelli etmesinin önüne çıkarılan engelleri sembolize etmesi açısından da anlamlıydı…
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç'un Kılıçdaroğlu davası üzerinden söylediği sözler ise adeta bir akıl tutulması. “Bugün siyaset yapanlar özellikle, geçmişte bu kötü örnekleri kendilerine örnek olarak alırlar ve aynı siyasete devam ederlerse onların sonu da bu eski genel başkan gibi olur…” diyor Tunç. Unvanı Adalet Bakanı olan bir kişinin görülmekte olan bir dava hakkında bu denli yönlendirici yorumlar yapması, telkinde bulunması, “had bildirmesi”, yargı bağımsızlığının üzerindeki kara gölgenin, artık ne yazık ki kanıksadığımız, yeni bir örneği değil de nedir? Hukukun üstünlüğü ilkesinin yerle yeksan oluşunun…
Kılıçdaroğlu adalet bakanına bir çağrıyla, duruşmasına gelip yapacağı konuşmayı dinlemesi için kendisini davet ederek yanıt veriyor ve fakat elbette davete icabet edilmiyor…
Kılıçdaroğlu davası ve öncesinde/sornasında tüm bu yaşananlar, yalnızca yargı sürecinin değil, aynı zamanda siyasi dinamiklerin de bir yansıması olarak tarihe geçti.
Tarihi gün, tarihi savunma geride kaldı. Kemal Kılıçdaroğlu için 22 Kasım’da çıktığı mahkeme, düşüncelerini gerek ulusal gerekse uluslararası alanda ifade edebileceği bir kürsü işlevi gördü. Kılıçdaroğlu'nun cesur çıkışı ve onurlu duruşu Avrupa medyasında da geniş yer buldu ve demokrasi mücadelesi içindeki önemli bir ses olarak kaydedildi.
Bu olay, onun siyasi kariyerinde ve Türkiye'nin demokratik deviniminde kalıcı bir iz bırakacak gibi görünüyor.
***
Ekrem İmamoğlu'nun Kemal Kılıçdaroğlu'nun duruşmasına katılmaması, bunun yerine Almanya’da düzenlenen, toplasan 20 kişinin katıldığı bir panelde yer alması, siyasetteki kişisel stratejileri ve satır arası mesajları gözler önüne seriyor. Bu tavır, “siyasi niyet” ve öncelikler konusunda spekülasyonları hak ediyor. Ayrıca bu durum, İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu arasındaki mesafenin sadece fiziki değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik olarak da genişlediğini işaret ediyor.
Duruşma öncesinde İmamoğlu'nun, Kılıçdaroğlu’nun görülecek davaya yönelik bir video aracılığıyla yayınladığı açıklamalarda yaptığı "safları sıklaştırın" çağrısına karşılık olarak Twitter üzerinden "bizim safımız milletin yanıdır,” şeklinde yanıt vermesi, iki isim arasındaki gerginliğin zaten iyice belirginleştiğine işaretti. Kılıçdaroğlu’na karşı bir red politikası, bir yok sayma hamlesiydi.
İmamoğlu’nun, şeklen de olsa Kılıçdaroğlu’nun yanında olmak yerine Almanya'daki etkinliğe katılma kararı, Kılıçdaroğlu’nu yalnız bırakma ve onun liderliğini zayıflatma çabası olarak yorumlanıyor. Uzun vadede kendi liderlik pozisyonunu güçlendirmeye yönelik hesaplı bir adım…
Değişimin önünü açan, İmamoğlu’nu da, Yavaş’ı da bulup çıkaran, parti içinden yükselen itiraz seslerine rağmen bu isimleri yükselten kişi Kılıçdaroğlu iken, CHP’de “yeni”yi doğuran, partinin yerel seçimlerden zaferle çıkmasını sağlayan lider Kılıçdaroğlu iken, şimdi onu yok saymak istiyorlar…
İmamoğlu'nun siyasi figür olarak sergilediği tavırlar ve aldığı pozisyonlar, bazı çevrelerde endişeyle karşılanıyor. İmamoğlu'nun stratejilerinin ve politik hareketlerinin, Türkiye'de daha önce yaşanan liderlik modellerine benzer bir yola işaret edebileceği düşünülüyor. Özellikle, kendi siyasi imajını güçlendirmek için semboller ve medyatik çıkışlar aracılığıyla kamuoyu nezdinde bir kahraman figürü oluşturma çabasının, Erdoğan'ın yükselişiyle benzerlik gösterdiği düşünülebilir. İmamoğlu'nun bu yaklaşımları, Erdoğan'ın politik kariyerinin başlangıcındaki dinamikleri anımsatabilir ki bu da İmamoğlu'nun gelecekte "ikinci bir Erdoğan" olma ihtimalini gündeme getirir. Hatta belki de “birkaç ay içeride yattıktan sonra” çıkıp o bilinen hikayeyle yola devam etmesi ihtimalini… Ancak ne Erdoğan’ın kendi ikizini yaratmaya hevesli olacağını, ne de toplumun aynı suda ikinci kez yıkanmak isteyeceğini düşünmek akla yatkındır.
Yine de bu tür bir analojinin doğru olup olmadığını zaman gösterecektir.
Siyasi analizler ve kıyaslamalar, daima belirli bir belirsizlik taşır ve her liderin siyasi koşullar içindeki hareketleri farklı sonuçlar doğurabilir. İmamoğlu'nun siyasi manevraları, onun liderlik tarzını ve stratejilerini netleştirse de, bu yolların sonucu olarak ne gibi siyasi realitelerle karşılaşacağı ancak gelecekteki gelişmelerle netlik kazanacaktır.
***
Kılıçdaroğlu’nun duruşmasına katılanlar arasında CHP'nin örgütlü yapısından ziyade, bireysel olarak gelen, Kılıçdaroğlu'na inanan ve onu destekleyen çeşitli sosyal kesimlerden insanlar vardı. Bu katılımcılar, öğrencilerden esnafa, köylülerden çiftçilere kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. Destekçiler arasında CHP üyeleri de vardı elbette ama örgütlü bir kalabalıktan söz etmek mümkün değildi.
Bu bireysel katılım, Kılıçdaroğlu'nun siyasi ve toplumsal mesajlarının, parti organizasyonlarından bağımsız olarak da karşılık bulduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanlarının izinlerinin iptal edilmesi gibi engellemelere rağmen, pek çok kişi duruşmaya katılmak için çaba gösterdi. Bu durum, Kılıçdaroğlu'nun özellikle adalet ve hak talepleri etrafında örgütlenen bir halk hareketinin merkezinde yer aldığını gösteriyor.
Mahkemenin yapıldığı 57. Asliye Ceza Mahkemesi’nin bulunduğu Ankara, CHP’li belediye tarafından yönetiliyor. Ancak Cuma günü orada bir ses düzeni bile kurulmamıştı. Hiçbir altyapı hazırlığı, hiçbir kaydadeğer gayret yoktu. Yapılan tek hazırlık; bu tarihi duruşmanın ve Kılıçdaroğlu’nun sesini mümkün mertebe kısık tutmak için özel bir “organizasyondan” ibaret gibiydi.
Ancak başarılı olamadı.
Mahkeme koridorlarını ve mahkemenin önünü çınlatan "Halk hareketi”, “Hak, hukuk, adalet” ve "Kemal başkan onurumuzdur" gibi sloganlar, Kılıçdaroğlu'nun daha önceki "Ankara'dan İstanbul'a adalet yürüyüşü" sırasında da kullanılmıştı ve bu duruşmada da yankılanmaya devam etti. Bu sloganlar, Kılıçdaroğlu'nun ve onu destekleyenlerin, adalet arayışının sürekli ve tutarlı bir çaba olduğunu vurguladılar.
Ne bir belediye organizasyonu, ne de bir parti örgütlülüğü vardı ortada. Kimse tarafından yönlendirilmeyen, kendi hür iradeleriyle orada bulunan, bütünüyle özgün ve organik bir katılımdan söz etmek mümkündü. Tam da bu yüzden o gün mahkemede Kılıçdarağlu’nun yanında bulunan, onun tarihi savunmasına tanıklık eden kalabalık çok kıymetliydi. Kılıçdaroğlu'nun yalnızca bir parti lideri olmadığını, aynı zamanda geniş ve farklı kesimler tarafından desteklenen bir toplumsal figür olduğunu ortaya koydu.
***
Kılıçdaroğlu'nun duruşması, onun CHP içindeki birleştirici gücünü bir kez daha gözler önüne serdi. Ankara Adliyesi'nin önünde toplanan kalabalık, sadece CHP üyelerinden oluşmuyordu. Önemli siyasi figürlerin de orada bulunuşu, Kılıçdaroğlu'nun geniş bir destek ağına sahip olduğunu ortaya koydu. Partiler üstü bir çekim gücüne sahip olduğunu ve çok çeşitli siyasi kesimlerden insanları bir araya getirebildiğini gösterdi.
Katılımcılar arasında, partinin çeşitli kanatlarından önemli isimlerin yanı sıra, diğer partilerden liderler de yer aldı. Gökhan Günaydın, Özgür Özel gibi CHP'nin önemli isimleri, Muharrem İnce’den Ümit Özdağ’a kadar diğer partilerden gelen destekçiler, Mithat Sancar’dan Ayşe Ateş’e kadar çok geniş bir yelpazeye mensup tüm diğer isimler, Kılıçdaroğlu’nun savunmasına güç kattı. İçlerinden gelerek değil, görev icabı, usulen, hatır savmak, daha fazla eleştirilmemek, “lanetlenmemek” için orada bulunanlar bile önemliydi. Zira bu,Kılıçdaroğlu isminin ağırlığını vurgulaması açısından mühimdi.
Kısacası, Kılıçdaroğlu'nun duruşması, onun siyasi ve toplumsal anlamda geniş bir etki yarattığını ve farklı kesimlerden insanları birleştirici bir güce sahip olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bu, onun sadece bir parti lideri olmanın ötesinde, geniş bir halk hareketinin öncüsü olarak görülmesine de olanak tanıyor.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun duruşması sırasında, partinin resmi yapıları belki de yeterince ve “gönülden” yanında olmamış olabilir; fakat CHP'liler ve geniş halk kitleleri, onun yanında sağlam bir duruş sergileyerek desteklerini açıkça ortaya koymuştur.
***
Türkiye’nin gerçek gündemi şu an ne İmamoğlu, ne Yavaş, ne Özel, ne de Kılıçdaroğlu’dur. Politik figürler veya liderlik yarışlarından ziyade, ülke olarak ekonomik ve sosyal sorunlarla doluyuz. İşsizlik, yoksulluk, artan fiyatlar, ekonomik kriz, emeklinin ve asgari ücretlinin hali pür melali halkın günlük yaşamını doğrudan etkileyen acil meselelerdir. Ancak CHP, bu önemli sorunlara odaklanması gerekirken, parti içi bölünmelerle, kimin genel başkan veya cumhurbaşkanı adayı olacağı tartışmalarıyla meşgul. Bu tartışmalar aslında Erdoğan’a, gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerini altın tepsiyle sunmak anlamına geliyor. Çünkü tam da iktidarın istediği gibi toplumun esas meselelerinin üstü kendiliğinden örtülüyor. CHP stratejik bir hata yapıyor, CHP yönetimi iktidarın masum olmayan gayelerine alet oluyor, çanak tutuyor. Zaten normalleşme ve yumuşama politikaları da bunun omurgasıydı…
Bugün CHP’nin acilen çözmesi gereken iki temel mesele vardır. Öncelikle; CHP'nin iç çekişmeleri ve liderlik kavgaları, parti içinde bütünlüğü sağlamak ve huzuru yeniden tesis etmek için bir kurultay gerekliliğini ortaya koyuyor. Özgür Özel, İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Kılıçdaroğlu arasındaki mevcut dört yönlü yapı, parti içi huzursuzluğu ve dağınıklığı derinleştiriyor. Parti, iç bütünlüğünü sağlamak ve halkın karşısına güçlü bir alternatif olarak çıkabilmek için bu sorunlar, kurultay yoluyla çözülmelidir.
İkincisi; Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Millet İttifakı'nın adayını geç açıklaması ve Meral Akşener'in tartışmalı tavırları, seçmenler üzerinde olumsuz bir etki yaratmış ve partinin seçimleri kaybetmesine katkı sağlamıştı. Bugün ise tam tersi bir tavırla yine benzer bir yanlışa düşülüyor. Bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerine henüz yaklaşık 3,5 yıl varken, partide kimin aday olacağı tartışması 31 Mart’tan beri süregidiyor. Bu erken liderlik tartışması, İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi isimler etrafında odaklanmış olup, parti içi huzursuzluğu artırıyor ve CHP'nin gerçek gündeme odaklanmasını zorlaştırıyor. Parti enerjisini iç çekişmelere harcarken büyük resmi kaçırıyor, ülkenin karşı karşıya olduğu daha acil sorunları vurgulamayı, bunları unutmamayı, unutturmamayı es geçiyor.
Ayrıca, Özgür Özel'in MİT ile olan görüşmesi, sol ve sosyal demokrat bir parti için kabul edilemez bir adımdır. Partiye kabul edilecek kişilerin herhangi bir terör örgütüyle bağlantısının olup olmadığının istihbaratı için destek isteniyor MİT’ten. Bir başka deyişle MİT’ten temiz kağıdı isteniyor… Bunu yapan MHP falan değil, Cumhuriyet Halk Parti’si… Olacak iş değil. Tek başına böyle bir adım bile, bu adımı atan ldierin ne bugün ne de yarın, sol, sosyal demokrat bir partide genel başkanlık yapmaması için yeterli bir gerekçedir.
Yoksulluk, yolsuzluk diz boyu, adaletsizlik arşa yükselmiş, mahkeme salonlarında hak, hukuk çığlıkları yankılanıyor, dış politika deseniz kan ağlıyor… Tüm bu ahval ve şerait içinde ülkenin ana muhalefet partisinin yöneticileri en olmadık işler peşinde. İktidarın gölgesinde çiçek yetiştirmeye çalışıyor… Özellikle 31 Mart seçimlerinde elde edilen başarının, sonrasında izlenen normalleşme ve yumuşama politikalarıyla heba edilişi bu durumun somut örneği. Erdoğan’a, 31 Mart yenilgisini zamana yayarak unutturan ve siyasi manevra alanı sağlayan bu politikalar, CHP'nin gündemi kaybetmesine ve kararsız seçmenlerin sayısının artmasına neden oldu. Bugün ülkede kararsızlar hızla birinci parti olma yolunda. Ülkedeki koca kararsızlar ordusunun baş mimarları arasında CHP’nin mevcut yönetiminin olduğunu söylemek haksızlık değil, acı verici bir durum tespiti olacaktır.
Sadık ÇELİK
[email protected]
Kılıçdaroğlu’nun sözlerine, işlediği bir suçtan ötürü kendini savunmak için değil, işlenen suçları kayıtlara geçmek, hesabını sormak ve tarihe not düşmek için geldiğini söyleyerek başladı ve omurgalı duruşunu en baştan ortaya koydu zaten. Böylece konuşmanın başında herkes anlamış oldu ki bu, Kılıçdaroğlu’nun hiçbir dokunulmazlık zırhı altına saklanmadan bir meydan okumasıydı.
Savunması sırasında Kılıçdaroğlu’nun, özellikle Meral Akşener ve diğer müttefiklerinin tutumlarına dair hayal kırıklığını ve pişmanlığını dile getirmesi de önemli ve çarpıcıydı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında Akşener'in "Kılıçdaroğlu'nu aileme emanet ederim,” şeklindeki sözlerine atıfta bulunarak, vatansever olarak bildikleri bu kişilerin işbirlikçi çıktığını ve onlara inanmanın büyük bir hata olduğunu ilk kez itiraf etti.
Aslında tam da bu noktada Kılıçdaroğlu bir pişmanlığını da, özellikle partisi içinde yetkili ve etkili pozisyonlara getirdiği sayısız isim tarafından hançerlenmesi, yüzüstü bırakılmasıyla, parti liderliği süresince uğradığı geniş çaplı ihanet ve ihaneti organize eden diğer ihanetçilerle de ilgili ortaya koyabilirdi.
Gerçekten, dün Kılıçdaroğlu’nun yanında olup da kurultayı kaybettikten sonra onu yalnız bırakan ya da görmezden gelen, hatta hakaret eden basın mensupları ve CHP kadroları için de “büyük hatam ve pişmanlığım” demeliydi…
Kılıçdaroğlu savunmasında 5’li çeteyi de es geçmedi. Onun eleştirel ifadelerini dinlerken İstanbul'daki ihale süreçlerini de düşünmeden edemedi insan. 5’li çetenin İstanbul’daki ihalelerin büyük kısmını nasıl aldığını… İmamoğlu'nun bu konuyla ilgili ihale kanununa, ona buna sığınan tutumunu…
Kemal Kılıçdaroğlu'nun savunması, toplumsal sorunlara dair keskin eleştirilerle doluydu. Yoksulluk, adaletsizlik ve hükümetin sosyal politikalarına yönelik eleştiriler öne çıktı. "Beslenme, eğitim ve sağlık problemi yaşayan, katledilen, taciz ve tecavüze uğrayan, sevilmeyi ve gülmeyi unutan ve yatağa aç giren her bir evladımız için üzgünüm, kahroluyorum, yüreğime ağır geliyor," diyerek toplumun en savunmasız bireyleri için duyduğu derin endişeyi ve sorumluluk hissini ortaya koydu. Toplumun derin yaralarına parmak basarak, hükümetin bu sorunlara karşı yetersiz kaldığını ve bu sorunların insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini vurgulayarak, adil bir toplum için mücadele ettiğinin altını çizdi.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Ben buraya tarih kadar uzun bir yolculuktan geldim Sayın Yargıç," şeklindeki sözleri akla Sokrates'in Atina’da yaptığı savunmayı getiriyor. Gösterdiği cesur duruşu ve adil bir toplum için verdiği mücadeleyi… Bu bağlamda Kılıçdaroğlu, sadece kişisel bir savunma sunmakla kalmıyor, aynı zamanda tarihsel bir adalet arayışını temsil ediyor. Türkiye'nin siyasi ve ekonomik geleceği üzerine geniş bir vizyonu ve haklı bir eleştiriyi ortaya koyuyor.
Kemal Kılıçdaroğlu yaptığı savunmayla, "Ben buradayım,” şeklindeki temkinli ancak net mesajını, hem varlığını hem de politik duruşunu güçlü bir şekilde ortaya koydu. Anlıyoruz ki Kılıçdaroğlu sadece mevcut dava ile değil, geniş bir siyasi perspektifte de değerlendirilmesi gereken bir isimdir. Gerek parti için gerekse ülke için htiyaç duyulan, gerekli bir isim… Onu görmezden gelmeye, yok saymaya çalışanlar, parti içinde ve dışında değersizleştirmek için yarışanlar ciddi bir yanılgı içindedir.
Duruşmayla ilgili can sıkıcı başka gelişmeler de yaşanmadı değil. Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik’in anlattığı gibi; 13 yıl CHP’nin genel başkanlığını yapmış bir ismin, bu denli kalabalık bir katılımın beklendiği duruşması için daha büyük bir duruşma salonuna geçme talebi dile getirilmiş, ancak bu talep reddedilmiş. Mahkeme salonunun yetersizliği, büyük bir dava için uygun olmayan, nefes alınamayan, hatta bir ara Kılıçdaroğlu’nun fenalaşmasına bile neden olan koşulları, aslında Kılıçdaroğlu’nun sesinin duyulmasını engellemeye yönelik alınan bir tedbir olması, onun davasında adaletin tecelli etmesinin önüne çıkarılan engelleri sembolize etmesi açısından da anlamlıydı…
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç'un Kılıçdaroğlu davası üzerinden söylediği sözler ise adeta bir akıl tutulması. “Bugün siyaset yapanlar özellikle, geçmişte bu kötü örnekleri kendilerine örnek olarak alırlar ve aynı siyasete devam ederlerse onların sonu da bu eski genel başkan gibi olur…” diyor Tunç. Unvanı Adalet Bakanı olan bir kişinin görülmekte olan bir dava hakkında bu denli yönlendirici yorumlar yapması, telkinde bulunması, “had bildirmesi”, yargı bağımsızlığının üzerindeki kara gölgenin, artık ne yazık ki kanıksadığımız, yeni bir örneği değil de nedir? Hukukun üstünlüğü ilkesinin yerle yeksan oluşunun…
Kılıçdaroğlu adalet bakanına bir çağrıyla, duruşmasına gelip yapacağı konuşmayı dinlemesi için kendisini davet ederek yanıt veriyor ve fakat elbette davete icabet edilmiyor…
Kılıçdaroğlu davası ve öncesinde/sornasında tüm bu yaşananlar, yalnızca yargı sürecinin değil, aynı zamanda siyasi dinamiklerin de bir yansıması olarak tarihe geçti.
Tarihi gün, tarihi savunma geride kaldı. Kemal Kılıçdaroğlu için 22 Kasım’da çıktığı mahkeme, düşüncelerini gerek ulusal gerekse uluslararası alanda ifade edebileceği bir kürsü işlevi gördü. Kılıçdaroğlu'nun cesur çıkışı ve onurlu duruşu Avrupa medyasında da geniş yer buldu ve demokrasi mücadelesi içindeki önemli bir ses olarak kaydedildi.
Bu olay, onun siyasi kariyerinde ve Türkiye'nin demokratik deviniminde kalıcı bir iz bırakacak gibi görünüyor.
***
Ekrem İmamoğlu'nun Kemal Kılıçdaroğlu'nun duruşmasına katılmaması, bunun yerine Almanya’da düzenlenen, toplasan 20 kişinin katıldığı bir panelde yer alması, siyasetteki kişisel stratejileri ve satır arası mesajları gözler önüne seriyor. Bu tavır, “siyasi niyet” ve öncelikler konusunda spekülasyonları hak ediyor. Ayrıca bu durum, İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu arasındaki mesafenin sadece fiziki değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik olarak da genişlediğini işaret ediyor.
Duruşma öncesinde İmamoğlu'nun, Kılıçdaroğlu’nun görülecek davaya yönelik bir video aracılığıyla yayınladığı açıklamalarda yaptığı "safları sıklaştırın" çağrısına karşılık olarak Twitter üzerinden "bizim safımız milletin yanıdır,” şeklinde yanıt vermesi, iki isim arasındaki gerginliğin zaten iyice belirginleştiğine işaretti. Kılıçdaroğlu’na karşı bir red politikası, bir yok sayma hamlesiydi.
İmamoğlu’nun, şeklen de olsa Kılıçdaroğlu’nun yanında olmak yerine Almanya'daki etkinliğe katılma kararı, Kılıçdaroğlu’nu yalnız bırakma ve onun liderliğini zayıflatma çabası olarak yorumlanıyor. Uzun vadede kendi liderlik pozisyonunu güçlendirmeye yönelik hesaplı bir adım…
Değişimin önünü açan, İmamoğlu’nu da, Yavaş’ı da bulup çıkaran, parti içinden yükselen itiraz seslerine rağmen bu isimleri yükselten kişi Kılıçdaroğlu iken, CHP’de “yeni”yi doğuran, partinin yerel seçimlerden zaferle çıkmasını sağlayan lider Kılıçdaroğlu iken, şimdi onu yok saymak istiyorlar…
İmamoğlu'nun siyasi figür olarak sergilediği tavırlar ve aldığı pozisyonlar, bazı çevrelerde endişeyle karşılanıyor. İmamoğlu'nun stratejilerinin ve politik hareketlerinin, Türkiye'de daha önce yaşanan liderlik modellerine benzer bir yola işaret edebileceği düşünülüyor. Özellikle, kendi siyasi imajını güçlendirmek için semboller ve medyatik çıkışlar aracılığıyla kamuoyu nezdinde bir kahraman figürü oluşturma çabasının, Erdoğan'ın yükselişiyle benzerlik gösterdiği düşünülebilir. İmamoğlu'nun bu yaklaşımları, Erdoğan'ın politik kariyerinin başlangıcındaki dinamikleri anımsatabilir ki bu da İmamoğlu'nun gelecekte "ikinci bir Erdoğan" olma ihtimalini gündeme getirir. Hatta belki de “birkaç ay içeride yattıktan sonra” çıkıp o bilinen hikayeyle yola devam etmesi ihtimalini… Ancak ne Erdoğan’ın kendi ikizini yaratmaya hevesli olacağını, ne de toplumun aynı suda ikinci kez yıkanmak isteyeceğini düşünmek akla yatkındır.
Yine de bu tür bir analojinin doğru olup olmadığını zaman gösterecektir.
Siyasi analizler ve kıyaslamalar, daima belirli bir belirsizlik taşır ve her liderin siyasi koşullar içindeki hareketleri farklı sonuçlar doğurabilir. İmamoğlu'nun siyasi manevraları, onun liderlik tarzını ve stratejilerini netleştirse de, bu yolların sonucu olarak ne gibi siyasi realitelerle karşılaşacağı ancak gelecekteki gelişmelerle netlik kazanacaktır.
***
Kılıçdaroğlu’nun duruşmasına katılanlar arasında CHP'nin örgütlü yapısından ziyade, bireysel olarak gelen, Kılıçdaroğlu'na inanan ve onu destekleyen çeşitli sosyal kesimlerden insanlar vardı. Bu katılımcılar, öğrencilerden esnafa, köylülerden çiftçilere kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. Destekçiler arasında CHP üyeleri de vardı elbette ama örgütlü bir kalabalıktan söz etmek mümkün değildi.
Bu bireysel katılım, Kılıçdaroğlu'nun siyasi ve toplumsal mesajlarının, parti organizasyonlarından bağımsız olarak da karşılık bulduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanlarının izinlerinin iptal edilmesi gibi engellemelere rağmen, pek çok kişi duruşmaya katılmak için çaba gösterdi. Bu durum, Kılıçdaroğlu'nun özellikle adalet ve hak talepleri etrafında örgütlenen bir halk hareketinin merkezinde yer aldığını gösteriyor.
Mahkemenin yapıldığı 57. Asliye Ceza Mahkemesi’nin bulunduğu Ankara, CHP’li belediye tarafından yönetiliyor. Ancak Cuma günü orada bir ses düzeni bile kurulmamıştı. Hiçbir altyapı hazırlığı, hiçbir kaydadeğer gayret yoktu. Yapılan tek hazırlık; bu tarihi duruşmanın ve Kılıçdaroğlu’nun sesini mümkün mertebe kısık tutmak için özel bir “organizasyondan” ibaret gibiydi.
Ancak başarılı olamadı.
Mahkeme koridorlarını ve mahkemenin önünü çınlatan "Halk hareketi”, “Hak, hukuk, adalet” ve "Kemal başkan onurumuzdur" gibi sloganlar, Kılıçdaroğlu'nun daha önceki "Ankara'dan İstanbul'a adalet yürüyüşü" sırasında da kullanılmıştı ve bu duruşmada da yankılanmaya devam etti. Bu sloganlar, Kılıçdaroğlu'nun ve onu destekleyenlerin, adalet arayışının sürekli ve tutarlı bir çaba olduğunu vurguladılar.
Ne bir belediye organizasyonu, ne de bir parti örgütlülüğü vardı ortada. Kimse tarafından yönlendirilmeyen, kendi hür iradeleriyle orada bulunan, bütünüyle özgün ve organik bir katılımdan söz etmek mümkündü. Tam da bu yüzden o gün mahkemede Kılıçdarağlu’nun yanında bulunan, onun tarihi savunmasına tanıklık eden kalabalık çok kıymetliydi. Kılıçdaroğlu'nun yalnızca bir parti lideri olmadığını, aynı zamanda geniş ve farklı kesimler tarafından desteklenen bir toplumsal figür olduğunu ortaya koydu.
***
Kılıçdaroğlu'nun duruşması, onun CHP içindeki birleştirici gücünü bir kez daha gözler önüne serdi. Ankara Adliyesi'nin önünde toplanan kalabalık, sadece CHP üyelerinden oluşmuyordu. Önemli siyasi figürlerin de orada bulunuşu, Kılıçdaroğlu'nun geniş bir destek ağına sahip olduğunu ortaya koydu. Partiler üstü bir çekim gücüne sahip olduğunu ve çok çeşitli siyasi kesimlerden insanları bir araya getirebildiğini gösterdi.
Katılımcılar arasında, partinin çeşitli kanatlarından önemli isimlerin yanı sıra, diğer partilerden liderler de yer aldı. Gökhan Günaydın, Özgür Özel gibi CHP'nin önemli isimleri, Muharrem İnce’den Ümit Özdağ’a kadar diğer partilerden gelen destekçiler, Mithat Sancar’dan Ayşe Ateş’e kadar çok geniş bir yelpazeye mensup tüm diğer isimler, Kılıçdaroğlu’nun savunmasına güç kattı. İçlerinden gelerek değil, görev icabı, usulen, hatır savmak, daha fazla eleştirilmemek, “lanetlenmemek” için orada bulunanlar bile önemliydi. Zira bu,Kılıçdaroğlu isminin ağırlığını vurgulaması açısından mühimdi.
Kısacası, Kılıçdaroğlu'nun duruşması, onun siyasi ve toplumsal anlamda geniş bir etki yarattığını ve farklı kesimlerden insanları birleştirici bir güce sahip olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bu, onun sadece bir parti lideri olmanın ötesinde, geniş bir halk hareketinin öncüsü olarak görülmesine de olanak tanıyor.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun duruşması sırasında, partinin resmi yapıları belki de yeterince ve “gönülden” yanında olmamış olabilir; fakat CHP'liler ve geniş halk kitleleri, onun yanında sağlam bir duruş sergileyerek desteklerini açıkça ortaya koymuştur.
***
Türkiye’nin gerçek gündemi şu an ne İmamoğlu, ne Yavaş, ne Özel, ne de Kılıçdaroğlu’dur. Politik figürler veya liderlik yarışlarından ziyade, ülke olarak ekonomik ve sosyal sorunlarla doluyuz. İşsizlik, yoksulluk, artan fiyatlar, ekonomik kriz, emeklinin ve asgari ücretlinin hali pür melali halkın günlük yaşamını doğrudan etkileyen acil meselelerdir. Ancak CHP, bu önemli sorunlara odaklanması gerekirken, parti içi bölünmelerle, kimin genel başkan veya cumhurbaşkanı adayı olacağı tartışmalarıyla meşgul. Bu tartışmalar aslında Erdoğan’a, gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerini altın tepsiyle sunmak anlamına geliyor. Çünkü tam da iktidarın istediği gibi toplumun esas meselelerinin üstü kendiliğinden örtülüyor. CHP stratejik bir hata yapıyor, CHP yönetimi iktidarın masum olmayan gayelerine alet oluyor, çanak tutuyor. Zaten normalleşme ve yumuşama politikaları da bunun omurgasıydı…
Bugün CHP’nin acilen çözmesi gereken iki temel mesele vardır. Öncelikle; CHP'nin iç çekişmeleri ve liderlik kavgaları, parti içinde bütünlüğü sağlamak ve huzuru yeniden tesis etmek için bir kurultay gerekliliğini ortaya koyuyor. Özgür Özel, İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Kılıçdaroğlu arasındaki mevcut dört yönlü yapı, parti içi huzursuzluğu ve dağınıklığı derinleştiriyor. Parti, iç bütünlüğünü sağlamak ve halkın karşısına güçlü bir alternatif olarak çıkabilmek için bu sorunlar, kurultay yoluyla çözülmelidir.
İkincisi; Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Millet İttifakı'nın adayını geç açıklaması ve Meral Akşener'in tartışmalı tavırları, seçmenler üzerinde olumsuz bir etki yaratmış ve partinin seçimleri kaybetmesine katkı sağlamıştı. Bugün ise tam tersi bir tavırla yine benzer bir yanlışa düşülüyor. Bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerine henüz yaklaşık 3,5 yıl varken, partide kimin aday olacağı tartışması 31 Mart’tan beri süregidiyor. Bu erken liderlik tartışması, İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi isimler etrafında odaklanmış olup, parti içi huzursuzluğu artırıyor ve CHP'nin gerçek gündeme odaklanmasını zorlaştırıyor. Parti enerjisini iç çekişmelere harcarken büyük resmi kaçırıyor, ülkenin karşı karşıya olduğu daha acil sorunları vurgulamayı, bunları unutmamayı, unutturmamayı es geçiyor.
Ayrıca, Özgür Özel'in MİT ile olan görüşmesi, sol ve sosyal demokrat bir parti için kabul edilemez bir adımdır. Partiye kabul edilecek kişilerin herhangi bir terör örgütüyle bağlantısının olup olmadığının istihbaratı için destek isteniyor MİT’ten. Bir başka deyişle MİT’ten temiz kağıdı isteniyor… Bunu yapan MHP falan değil, Cumhuriyet Halk Parti’si… Olacak iş değil. Tek başına böyle bir adım bile, bu adımı atan ldierin ne bugün ne de yarın, sol, sosyal demokrat bir partide genel başkanlık yapmaması için yeterli bir gerekçedir.
Yoksulluk, yolsuzluk diz boyu, adaletsizlik arşa yükselmiş, mahkeme salonlarında hak, hukuk çığlıkları yankılanıyor, dış politika deseniz kan ağlıyor… Tüm bu ahval ve şerait içinde ülkenin ana muhalefet partisinin yöneticileri en olmadık işler peşinde. İktidarın gölgesinde çiçek yetiştirmeye çalışıyor… Özellikle 31 Mart seçimlerinde elde edilen başarının, sonrasında izlenen normalleşme ve yumuşama politikalarıyla heba edilişi bu durumun somut örneği. Erdoğan’a, 31 Mart yenilgisini zamana yayarak unutturan ve siyasi manevra alanı sağlayan bu politikalar, CHP'nin gündemi kaybetmesine ve kararsız seçmenlerin sayısının artmasına neden oldu. Bugün ülkede kararsızlar hızla birinci parti olma yolunda. Ülkedeki koca kararsızlar ordusunun baş mimarları arasında CHP’nin mevcut yönetiminin olduğunu söylemek haksızlık değil, acı verici bir durum tespiti olacaktır.
Sadık ÇELİK
[email protected]