Özden sevdiğinizde; başkalarının ne çocukları olur, ne de “başka”, “öteki” gibi diğer, kavramlar. Çünkü koşulsuz sevmenin temelinde, öz vardır.
Bir Fransız filminde; başkasının çocuğu ile tanışacağı sırada kırmızı rujunu silen ve esas mesleği öğretmenlik olan Rachel’in (Virginie Efira) hayatı, randevulaşmak için sürdüğü kırmızı ruj arasında ki ince ayrıntıda saklı çünkü işte bu kadar ince ve hassas bir konu, kadınlık. Fransız kadınlarının olmazsa olmazı, kırmızı ruj, “Başkalarının Çocukları-Other People’s Children” filminde dişiliğin temsilcisi ama kullanıcı kuralları koyuyor.
AH GÜZEL ANNELİK
Herkes anne olabilir mi?
Ya da şöyle diyelim; doğuran her kadın, birer anne midir? Fiziksel ve doğası gereği, süreç işlemiş olsa da; esas annelik, bir yaşam boyu süren yolculuktur. Aradığı aşkı, tempolu iş hayatı arasında ansızın bulan, öğretmen Rachel’in yolculuğu, sevdiği adamın henüz dört buçuk yaşındaki kızı Leyla ile karşılaşması, onu kucaklaması ve gerek özlemini duyduğu annelik, gerek gerçek aşk ve sonunda yaşam içinde, kendi arzu ettiklerine kavuşabilmenin, zenginliğine şaşırsa da, durmadan içinden kendisine yönelttiği ve “Bu iş de bir tuhaflık var mı?” ve kendi ailesinin, “Adam, iyiyse karısı neden terk etmiş?” soruları arasında gelişen. Kendi iş hayatında, Rachel’e ilgi duyan diğer erkekler ve gerçek aşk.
Peki, ikinci olmak, aidiyet duygusu, her ne kadar dört dörtlüğün üzerinde hatta üvey anne kavramından çok öte gerçek annesinden bile daha iyi anne olmayı başarabilen Rachel’in, iç dünyasında; kendi anne olma isteği nasıl şekillenecektir.
Anne olabilmesi; doğru yetiştirmeye çalıştığı öğrencilerin geleceğinde mi, çılgınlarca birbirlerine aşık ve uyumlu sevgilinin, kızı Leyla’ya sunduğu annelik mi, yoksa jinekologunun önerisinde ki gibi “artık baba adayını gerçekten bulduysan, zamanı iyi kullan; çünkü yılları geçip giden aylar gibi düşün vaktin daralıyor”. Birçok açmaz içinde tüm hayatını sevgilisinin takvimine göre ayarlayan ve sonrasında eski eşin birden kendi kızının dilinden düşürmediği, Rachel, adı ile başlayan serüvende; yalnızlığı ve bir küfürlük saltanata uzanırken; eski eşin kuru bir “kusura bakma” deyişine verdiği cevapta gizli:
“Senin özür dileyecek bir şeyin yok. Bırakalım artık erkeklerin kusurlarına bir kılıf bulmayı. Ben, ona kırgınım, sana değil” deyişinde ki olgunluk ve yücelik. Esasında gerçek bir kadının bilgeliği, içinde saklamış olduğu; aşk, şefkat, sevgi, samimiyet, güzellik, içsellik sarmalından yansımakta. Samimiyetle ne yaparsanız yapın, eğer bir kadın hak ettiği mertebeye gelemiyorsa, her şey ile yüzleştikten sonra doğruluğun esasında; özünde olduğunu tamamen idrak etmesinden yansıyacaktır.
Neticede veren kadın, verginliği kadar sömürülmeye açık. Çünkü aşık ve seven bir kadının, sevdiği için yapamayacağı şey yoktur. Tıpkı evladı olarak hissettikleri içinde. Tabii ki; dişil, gerçek kadınların dünyasından inip; incelik, hassasiyet ve derinlikle çerçevelenmiş yaşam biçimi içinden, doğurmadan da, insana dokunabilmeyi, yani faydalı olmayı becerebilmek; sadece beslemek, bakmaktan çok daha öte kavramlardır. Çünkü hiç eksilmeyen, yani kaynaktan, özden, sonsuz sevgi akmaktadır.
Filmin, birçok ayrıntısı içinde; netice itibari ile ne kadar zarif bir erkek olsa da işin içine futbol girince, tatil girince, kendi çocuğu, kendi yaşamı girince, birden nasıl da öteki olabilme ihtimali ile yüzleştiren ve yine Virgine Efira’ın yalın oyunculuğundan, yakın zamanda izlediğimiz, Paris Hatıraları, filminde ki hem mimikler, hem tüm benliği ile rolünün hakkını verişi; gerçekten bu duyguları yaşamış kadınlar içinde çok anlamlı bir seçki ortaya çıkarıyor. Tabi her kadın da, Başkalarının Çocukları, filmindeki gibi olgun, paylaşımcı ve sevgi dolu, olmuyor. Karşısında da partner olarak yine 2022 yapımı, film ile L’innocent (Masum) yakın zamanda, sinema seyircisi ile buluşan, Ali, karakteri ile Roschdy Zem’in muhteşem oyunculuğu ile elbette; önce Fransız, sonra sanat ve hayat filmi ortaya çıkıveriyor.
Anne olmak mı, olmamak mı, olamamak mı; hem aşk üçgeninden, hem eğitim sisteminden, sunarken aslında anne olmayı, her şekilde hak etmiş gerçek bir kadının yazgısının, erkeğinin dilinin ve ruhunun arasında sıkışıp kalmış sığlıkta, ne derece deforme edilebileceğinin, en iyi göstergesi. Üstelik bunu da çok yumuşak ve naif bir geçişle sunuyor olması, hiç şiddet içermemesi, medeniyetin de, aslında toplumlar içinde olması gerekenlerinde, en iyi öğreticisi niteliğinde.
Kaçırmayın.
Bir Fransız filminde; başkasının çocuğu ile tanışacağı sırada kırmızı rujunu silen ve esas mesleği öğretmenlik olan Rachel’in (Virginie Efira) hayatı, randevulaşmak için sürdüğü kırmızı ruj arasında ki ince ayrıntıda saklı çünkü işte bu kadar ince ve hassas bir konu, kadınlık. Fransız kadınlarının olmazsa olmazı, kırmızı ruj, “Başkalarının Çocukları-Other People’s Children” filminde dişiliğin temsilcisi ama kullanıcı kuralları koyuyor.
AH GÜZEL ANNELİK
Herkes anne olabilir mi?
Ya da şöyle diyelim; doğuran her kadın, birer anne midir? Fiziksel ve doğası gereği, süreç işlemiş olsa da; esas annelik, bir yaşam boyu süren yolculuktur. Aradığı aşkı, tempolu iş hayatı arasında ansızın bulan, öğretmen Rachel’in yolculuğu, sevdiği adamın henüz dört buçuk yaşındaki kızı Leyla ile karşılaşması, onu kucaklaması ve gerek özlemini duyduğu annelik, gerek gerçek aşk ve sonunda yaşam içinde, kendi arzu ettiklerine kavuşabilmenin, zenginliğine şaşırsa da, durmadan içinden kendisine yönelttiği ve “Bu iş de bir tuhaflık var mı?” ve kendi ailesinin, “Adam, iyiyse karısı neden terk etmiş?” soruları arasında gelişen. Kendi iş hayatında, Rachel’e ilgi duyan diğer erkekler ve gerçek aşk.
Peki, ikinci olmak, aidiyet duygusu, her ne kadar dört dörtlüğün üzerinde hatta üvey anne kavramından çok öte gerçek annesinden bile daha iyi anne olmayı başarabilen Rachel’in, iç dünyasında; kendi anne olma isteği nasıl şekillenecektir.
Anne olabilmesi; doğru yetiştirmeye çalıştığı öğrencilerin geleceğinde mi, çılgınlarca birbirlerine aşık ve uyumlu sevgilinin, kızı Leyla’ya sunduğu annelik mi, yoksa jinekologunun önerisinde ki gibi “artık baba adayını gerçekten bulduysan, zamanı iyi kullan; çünkü yılları geçip giden aylar gibi düşün vaktin daralıyor”. Birçok açmaz içinde tüm hayatını sevgilisinin takvimine göre ayarlayan ve sonrasında eski eşin birden kendi kızının dilinden düşürmediği, Rachel, adı ile başlayan serüvende; yalnızlığı ve bir küfürlük saltanata uzanırken; eski eşin kuru bir “kusura bakma” deyişine verdiği cevapta gizli:
“Senin özür dileyecek bir şeyin yok. Bırakalım artık erkeklerin kusurlarına bir kılıf bulmayı. Ben, ona kırgınım, sana değil” deyişinde ki olgunluk ve yücelik. Esasında gerçek bir kadının bilgeliği, içinde saklamış olduğu; aşk, şefkat, sevgi, samimiyet, güzellik, içsellik sarmalından yansımakta. Samimiyetle ne yaparsanız yapın, eğer bir kadın hak ettiği mertebeye gelemiyorsa, her şey ile yüzleştikten sonra doğruluğun esasında; özünde olduğunu tamamen idrak etmesinden yansıyacaktır.
Neticede veren kadın, verginliği kadar sömürülmeye açık. Çünkü aşık ve seven bir kadının, sevdiği için yapamayacağı şey yoktur. Tıpkı evladı olarak hissettikleri içinde. Tabii ki; dişil, gerçek kadınların dünyasından inip; incelik, hassasiyet ve derinlikle çerçevelenmiş yaşam biçimi içinden, doğurmadan da, insana dokunabilmeyi, yani faydalı olmayı becerebilmek; sadece beslemek, bakmaktan çok daha öte kavramlardır. Çünkü hiç eksilmeyen, yani kaynaktan, özden, sonsuz sevgi akmaktadır.
Filmin, birçok ayrıntısı içinde; netice itibari ile ne kadar zarif bir erkek olsa da işin içine futbol girince, tatil girince, kendi çocuğu, kendi yaşamı girince, birden nasıl da öteki olabilme ihtimali ile yüzleştiren ve yine Virgine Efira’ın yalın oyunculuğundan, yakın zamanda izlediğimiz, Paris Hatıraları, filminde ki hem mimikler, hem tüm benliği ile rolünün hakkını verişi; gerçekten bu duyguları yaşamış kadınlar içinde çok anlamlı bir seçki ortaya çıkarıyor. Tabi her kadın da, Başkalarının Çocukları, filmindeki gibi olgun, paylaşımcı ve sevgi dolu, olmuyor. Karşısında da partner olarak yine 2022 yapımı, film ile L’innocent (Masum) yakın zamanda, sinema seyircisi ile buluşan, Ali, karakteri ile Roschdy Zem’in muhteşem oyunculuğu ile elbette; önce Fransız, sonra sanat ve hayat filmi ortaya çıkıveriyor.
Anne olmak mı, olmamak mı, olamamak mı; hem aşk üçgeninden, hem eğitim sisteminden, sunarken aslında anne olmayı, her şekilde hak etmiş gerçek bir kadının yazgısının, erkeğinin dilinin ve ruhunun arasında sıkışıp kalmış sığlıkta, ne derece deforme edilebileceğinin, en iyi göstergesi. Üstelik bunu da çok yumuşak ve naif bir geçişle sunuyor olması, hiç şiddet içermemesi, medeniyetin de, aslında toplumlar içinde olması gerekenlerinde, en iyi öğreticisi niteliğinde.
Kaçırmayın.