Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türk toplumunda da tarih boyunca kadınlar cinsiyet ayrımcılığı ve şiddetin binbir türüne maruz kalmıştır. Kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü, toplumsal hayatın birçok alanında geri plana itildiği karanlık zamanlar, karanlık coğrafyalar… On yıllardır bu anlayışın değişimi için mücadeleler veriliyor, ancak hala kat edilmesi gereken çok yol var. Zira istatistikler ortada:
Son on beş yılda acil yardım hattına gelen 30 bin civarındaki aramada ortaya çıkan şiddet mağdurlarının yüzde 80'i kadın. Her 10 aramadan birinde ise hem kadına hem de çocuğa yönelik şiddet vakaları raporlanmış. 2012 sonrasında çocukların şiddete maruz kalma oranı yüzde 7'den yüzde 17'ye yükselmiş, hatta pandemi ile birlikte bu oran yüzde 18'e ulaşmış. Gelen aramaların yüzde 90'ında şiddet uygulayanlar erkekler olup, fiziksel, duygusal, sosyal, ekonomik ve cinsel şiddet en yaygın şiddet türleri arasında yer almış. Şiddet vakalarının yüzde 8’i cinsel şiddet, cinsel şiddet vakalarının yüzde 73'ü kadınlara, yüzde 11'i kadınlar ve çocuklara, yüzde 10'u ise kız çocuklarına yönelik olarak kaydedilmiş.
Türkiye, OECD ve Avrupa ülkeleri arasında kadına yönelik fiziksel veya cinsel şiddet oranında yüzde 38 ile en yüksek orana sahip ülke. Neredeyse her 10 kadından 4'ü hayatında erkek şiddetine maruz kalıyor.
Ayrıca, Türkiye’de cinsel istismara maruz kalan çocuk sayısı 8 yılda yüzde 287 artmış; 2014'te 11 bin 95 olan sayı 2022'de 31 bin 890'a yükselmiş. 2023 yılında çocukların cinsel istismarıyla ilgili 40.713 yeni dosya açılmış ve bu dosyalarda 36.275 şüpheli yer almıştır.
Bu yükselişin nedenleri arasında, toplumsal yapıdaki dönüşümler ve sosyokültürel etkenler de yer alıyor. Son 22 yıllık süreçte kız çocuklarının eğitimde erkek çocuklardan izole edilmesi, toplumsal hayatta birbirlerinden uzak tutulması gibi politikaların, cinsel suçların artışına katkıda bulunduğuna yönelik yaygın ve haklı bir kanı var. Zira bu tür ayrımlar, kız ve erkek çocuklarının birbirini normal ilişkiler çerçevesinde değil, cinsel objeler olarak görmelerine zemin hazırlar. Kız çocuklarının erkek çocuklardan ayrı eğitim alması, aralarındaki doğal sosyal etkileşimi kısıtlayarak, erkeğin kadın üzerindeki kontrol arzusunu ve kadını cinsel bir obje olarak görme eğilimini güçlendirebilir. Bu durum, sosyolojik açıdan cinsiyet rollerinin pekişmesine ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleşmesine yol açar, bu da şiddet döngüsünü besler.
Atatürk’ün kadına verdiği önem, Türk toplumunun ilerlemesi için bir mihenk taşıydı. “Bir toplum cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur,” derken, kadının sadece bir birey olarak değil, toplumun gelişiminin ve modernleşmesinin temel taşı olarak görülmesi gerektiğini vurgulamıştı. Atatürk'e göre, kadınların toplumun her alanında aktif rol alması, bir tercih değil; aksine, toplumun tam anlamıyla güçlü ve sağlıklı olabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktu. Gerçekten de, 1930’larda kadına tanınan siyasal haklar, kadınların toplumsal hayatta söz sahibi olmalarının kapısını açmıştır.
Miras hukukundan yararlanamayan kadınlardan bu yana çok şey değişti elbette… Bugün kadınlar kağıt üzerinde birçok hakka sahip olabilirler ancak asıl sorun toplumsal algının bu hakları ne kadar içselleştirdiğidir. Yani, kadının iş, aile ya da sosyal yaşamda erkeklerle eşit haklara sahip olduğuna dair yasalar olsa da, zihinlerde hala kadınlar çoğu zaman ikinci planda. Bu da psikolojik bir meseleye işaret ediyor: Toplumun algısal düzeydeki erkek egemen bakış açısı.
Burada önemli bir ayrımı da yapmak gerekiyor elbette. Kentli, eğitimli ve meslek sahibi kadınlarla kırsalda yaşayan kadınlar arasında büyük farklar olabileceği gibi, kırsalda yaşayan kadınlar arasında da önemli farklılıklar bulunabilir. Kırsal kesimde yaşayan kadınlar büyük ölçüde toplumsal baskıların ve geleneksel rollerin esiri olmakla birlikte istisnalar da yok değildir. Eğitimli ya da eğitimli olmasa dahi daha özgür bir hayat süren, yerel kültür ve normlarla daha özgür biçimde baş edebilen, kendi yaşam alanlarında daha aktif roller üstlenebilen kadınlar da vardır.
Benzar şekilde kentlerde kadınların konumu da homojen değil. “Kentli-aydın” ortamlarda bile kadının ikinci planda tutuluşuna sıklıkla şahitlik edebiliyoruz. Örneğin kadınların yöneticilik pozisyonlarına yükseldiği işlerde dahi, çoğu zaman alttan alta devam eden bir cinsiyet ayrımcılığı seziliyor. Kadın, iş hayatında başarı elde ettiğinde bile, “işinde başarılı kadın!” söylemiyle küçümseniyor. Kadının siyasette veya yönetici pozisyonda yer alması, genellikle hala olağanüstü ve istisnai bir başarı olarak görülüyor. Kadınların hakları kağıt üzerinde eşit görünse de, toplumsal algıda bu eşitliği yakalamak kolay olmuyor.
Örneğin kadınlara yönelik siyasi kotalar ve pozitif ayrımcılık politikaları… Bunlar, kadınların siyasette yer almasını teşvik etmek için atılan önemli adımlar gibi görünse de, kadının potansiyelini vurgulamak yerine, onların "koruma" altına alınması gereken varlıklar olduğu algısını güçlendiriyor. Bu da kadını siyasette “eşit bir birey” olmaktan çok, bir “özel kategori” olarak konumlandırıyor. Dolayısıyla kadına yönelik bu tür ayrıcalıklar, sorunun kökenine inmek yerine, sadece yüzeysel çözümler sunabiliyor. Kadınların siyasete katılımının artırılmasında asıl hedef, nitelikli, bilgili ve birikimli kadınların doğal bir süreçle bu alanlara çekilmesi olmalıdır, zorunlu kotalarla değil. Avrupa’daki modern örneklerde olduğu gibi, kota yerine gerçek fırsat eşitliğine dayalı yaklaşımlar benimsenmelidir.
Uzak kırsalda durum genellikle vahim. Bilhassa Doğu’nun gözden uzak köylerinde, kadınlar toplumun en alt basamaklarında konumlandırılmış durumda ve çoğu zaman eğitim imkanlarından mahrum bırakılıyor. Bu bölgelerde kadınlar sadece fiziksel şiddetle değil, aynı zamanda toplumsal baskılar ve geleneksel rollerle de mücadele etmek zorunda kalıyor. Karar mekanizmalarına dahil edilmedikleri gibi, toplumsal normlara boyun eğmek zorunda bırakılıyorlar ve çoğu zaman “uyum” sağlamak tek seçenek olarak görülüyor. Özellikle Güneydoğu Anadolu’da aşiret düzeninin baskıcı ve tutucu yapısı, kadınların hayatlarını daha da zorlaştırıyor. Erken yaşta evlilikler, “duvakla girip kefenle çıkma” veya “ya benimsin, ya kara toprağın” anlayışı, hatta töre cinayetleri bu bölgelerde kadınların yaşamını adeta zindana çeviriyor. Sözde gelenek görenekler ve aşiret düzeni, kadınları toplumsal hayattan tamamen uzaklaştırarak, şiddetin sıradanlaştığı bir düzeni besliyor.
Görünmeyen Zincirler
Kadına yönelik ayrımcılık, toplumsal bilinçaltına yerleşmiş cinsiyetçi algılarda süregidiyor. Toplumda kadının yerinin erkekten "aşağıda" olduğu düşüncesi, bireylerin zihninde kökleşmiş durumda. Erkek çocukları güç ve iktidar figürleri olarak yetiştirilirken, kız çocukları ancak itaatkâr, duygusal rollerle tanımlanıyor. Bu toplumsal cinsiyet rolleri, erkeğin üstünlüğünü adeta doğal bir durum gibi sunuyor ve kadınların bu algısal hiyerarşiden kurtulmasını zorlaştırıyor.
Kadın ve erkek rolleri, toplumsal bellekte sabitlenmiş ve değişime direnen imgelerle dolu. Bu imgeler, kadınların sürekli olarak kendilerini kanıtlamak zorunda hissetmelerine, aynı zamanda erkeklerin de “erkeklik” rollerini koruma kaygısıyla hareket etmelerine neden oluyor. Neticede, kadınların toplumda “eşit haklara sahip olsalar bile” algısal olarak hep bir adım geride tutulmaları, onların hak mücadelesini daha da zorlaştırıyor.
"Erkek adamdır, kadına sözünü geçirir" ya da "Kadınlar çiçektir" gibi masum gibi görünen ama derinlerinde köklü ayrımcılık barındıran ifadelerin gölgesinde meşrulaşıyor tüm bu cinsiyetçi ilişkiler ve dengesizlikler. Bu söylemler, kadının toplumsal rolünü küçümseyen bir anlayışın parçaları ve her geçen gün bu şiddet döngüsünü daha da büyütüyor. Kadının sadece narin ve korunmaya muhtaç bir varlık olarak görülmesi, onun maruz kaldığı istismarların göz ardı edilmesine yol açıyor.
Bu noktada en ürkütücü gerçek, toplumun kadınlara biçtiği rollerin, onların çocuklarına da aktarılarak, bir sonraki kuşağa aynı eşitsizlik, ayrımcılık ve şiddet döngüsünün aktarılmasıdır! Kadınlar, hem kendi kendi “katillerini” hem de kendi “kaderdaş”larını yetiştiriyor… Bu, trajedinin derinliğini acı bir şekilde özetliyor. Aile içinde başlayan bu döngü, eğitim sisteminde, iş hayatında ve sokakta devam ediyor.
Şiddet sadece bireysel bir suç değil; kadınları ve çocukları hedef alan kökleşmiş ve hastalıklı bir toplumsal yapının ürünüdür. Son iki haftada kalbimize bir hançer gibi peş peşe saplanan Narin’in koca bir köyün sessizliği içinde katledilmesi ile Sıla bebeğin masumiyetine dokunan vahşet, toplumsal şiddet döngüsünün en korkunç dışavurumları olarak karşımıza çıkıyor. Toplumun kadına ve çocuğa yönelik şiddet algısının ne kadar köklü olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Erkek Egemen Korkular
Kadınların toplumda güçlenmesi, erkekler için yalnızca bir sosyal değişim değil, aynı zamanda var olan düzenin tehdit edilmesi anlamına geliyor. Bu tehdit algısı, aslında derin bir psikolojik kökene dayanıyor: Erkeklerin egemenliklerinin sarsılması korkusu. Tarih boyunca, erkekler kendilerini gücün ve kudretin sahibi olarak gördüler; ama asıl gücün kadınlarda olduğunu fark etmediler. Kadınlar, doğaları gereği, yaşamın enerjisini ve varlığını besleyen temel güçlerdir.
Kadının eğitimde, iş dünyasında ve siyasette ilerlemesi, erkeği “tehdit ediyor.” Erkeklerin bu gelişmeye verdiği tepki ise çoğunlukla şiddetle oluyor; psikolojik veya fiziksel. Çünkü kadının güçlenmesi doğrudan doğruya erkeğin geleneksel kimliğini ve toplumdaki yerini sorgulamasına, toplumsal statüsünü kaybetme kaygısına neden oluyor. Kadının bağımsızlığı, erkeğin otoritesini zayıflatıyor, bu da erkek egemen kültürde bir "kaybetme" hissi yaratıyor.
Erkekler, kadının her zaman "evet" demesini beklerken, kadın hayır dediğinde ipler kopuyor. Bu kabullenememe hali, erkeklerin kadına karşı şiddet uygulamasına ya da diğer türlü zarar vermeye çalışmasına yol açıyor. Oysa örneğin, evlenmek kadar boşanmanın da doğal bir süreç olduğunu anlamak, medeni bir toplumun gereğidir. Ancak bu kabul edilmediğinde, mesele şiddete ve tahammülsüzlüğe varıyor. Kadın-erkek ilişkilerinde denge, karşılıklı saygı ve kabullenmeyle sağlanmalı; kadının, erkeğin onayından bağımsız bir birey olduğunu anlamak bu sürecin en temel parçasıdır.
Erkek egemen kültür, erkeğin kadını anlama çabası yerine, onu kontrol etme ve şekillendirme çabasına odaklanıyor. Erkeklerin kadınları gerçekten anlayamaması, onlara gereken saygıyı ve desteği sağlayamaması kadın-erkek ilişkilerinin temelinde büyük bir eksiklik yaratıyor. Bu eksiklik, zamanla tatminsizliğe ve ilişkilerin zehirlenmesine yol açıyor. Özellikle modern zamanlarda, her şeyin görünür hale geldiği bu dönemde, sadakatsizlik, iletişimsizlik ve duyarsızlık gibi meseleler böylece ayyuka çıkıyor. Zamanla bu sorunlar evin içinde kalmıyor; çarşıya, pazara, karakollara dökülüyor.
Son 20 yılda Türkiye’de boşanma oranlarındaki artışa da dikkat etmek gerek. Örneğin, 2001 yılında 92 bin boşanma kaydedilirken, 2021’de bu sayı 174 bine yükselerek boşanma oranında %90’lık bir artışa işaret ediyor. 2022 ve 2023’te de rakamlar yakın. Bu artışın arkasında sadece sadakatsizlik, kavgalar ya da aile içi anlaşmazlıklar değil, aynı zamanda toplumun temel güven duygusundaki erozyon da büyük bir rol oynuyor. Artık insanlar evlilikten kaçıyor; güven ve inanç duygusu zedelenmiş durumda. Kadın-erkek ilişkileri, adeta tedavi edilmesi gereken hastalıklı bir hal almış vaziyette. Ekonomik sebepler ve geçim sıkıntısı da ilişkileri ve evliliği daha da zorlaştırıyor.
***
Televizyon programları, toplumun yarattığı ve aynı zamanda beslediği sorunları dramatize ederek sunuyor, pazarını genişletiyor. Bu programlar aile içi meseleleri, kadın-erkek ilişkilerindeki çatışmaları reyting uğruna abartılı bir şekilde ekranlara taşıyor. Toplum, bu içeriklere büyük bir ilgi gösterirken, aslında kendi yaşamlarındaki sorunlardan kaçmak için bu tür dramaları izleme eğiliminde. Başkalarının acıları, izleyicilerde geçici bir rahatlama hissi uyandırıyor; insanlar kendi hayatlarının daha iyi olduğuna dair bir yanılsama içine giriyor. Ancak bu durum, izleyen bireylerin kendi gerçeklerinden uzaklaşmalarına ve toplumsal sorunları daha da derinleştiren bir döngüye kapılmalarına neden oluyor.
Toplum, aslında bir yandan bu trajedileri büyük bir iştahla izlerken, kendi acılarına ve içsel yaralarına dokunmaktan da kaçınıyor. Özellikle Narin vakasında ya da Tekirdağ’daki Sıla bebek olayında görüldüğü gibi, toplumun bu tür olaylara gösterdiği yoğun ilgi, hatta mağdur çocukların yakınlarından daha fazla ilgi gösterip tepki vermesi, trajedilere tanıklık etmekten öte, bu olayların görünürlüğünü artıran bir etkiye de sahip.
Toplumun bu tür acı olaylara büyük ilgi göstermesi, farkındalık yaratmak ve çözüm yollarını tartışmak açısından faydalı olabilir. Ancak, başkalarının yaşadığı trajedileri sürekli olarak izlemek, zamanla bireylerin bu olaylara karşı duyarlılıklarını kaybetmelerine neden olabiliyor. Bu durum, empati yetilerinin zayıflamasıyla sonuçlanarak, bireylerin başkalarının acılarını sıradanlaştırmasına ve kendilerini daha az etkilenmiş hissetmelerine yol açıyor. İzleyiciler, kendi problemlerini, başkalarının trajedileriyle karşılaştırarak küçümsüyor ve bu süreçte bir tür rahatlama buluyor.
Bu izleyici davranışı, toplumda yaygın bir "duygusal uyuşma" yaratıyor. İnsanlar, şiddet ve istismarla yüzleşmekten uzaklaşarak, bu olayları daha sıradan bir şekilde algılamaya başlıyor. Medyada sürekli olarak yer alan kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet haberleri, zamanla toplumun bu trajedilere karşı duyarsızlaşmasına neden olabiliyor. Bu da şiddetin ve istismarın normalleşmesine, hatta yayılmasına katkı sağlayabiliyor. Toplum, bu trajedileri sadece izleyerek değil, aynı zamanda çözüm üretme kapasitesini zayıflatarak daha derin bir empati eksikliği içine giriyor.
Seks endüstrisi, kadın programları ve cinsellik içeren televizyon ile Internet içerikleri, Türk aile yapısını ciddi şekilde tehdit eden unsurlardan biri haline gelmiş durumda. Bu tür içerikler, izleyicilere normalleşmiş, hatta idealize edilmiş ilişki modelleri sunarken, aslında toplumun gerçek değerlerinden uzak ve son derece manipülatif, zehirli bir dünya yaratıyor. Özellikle sıradan bireylerin hayatı bu içeriklerle bombardıman altına alınıyor. Buralarda izlediklerini kendi gündelik hayatlarına uygulamaya çalışırken, farkında olmadan ilişkilerini zehirleyen yanlış algılara kapılıyorlar.
Parlak camlarda izlenenlerin gerçeklikle örtüşen yanları olabilir, ancak bu içeriklerin büyük bir endüstrinin parçası olduğu ve ticari amaçlarla güçlendirildiği unutulmamalıdır. İzlenen her şey, büyük ölçüde modifiye edilmiş ve ticari kaygılarla takviye edilmiştir. Ancak sade vatandaş, gördüğüne inanarak bunları kendi hayatında uygulayabileceğini düşünüyor. Oysa, bu tür içerikler toplumun gerçek değerlerinden uzak, kurgusal senaryolardır. Bu endüstri, kadın ve erkek ilişkilerini metalaştırarak doğal olmayan ilişki dinamiklerini besliyor. Ya da ilişkileri dinamitliyor, mevcut evlilikleri çatışmalı hale getiriyor, insanların evlilikten uzaklaşmasına, kaçmasına neden oluyor.
***
Toplumdaki diğer bir sorunlu algı da evlenmeyen, evlenmeyi “tercih etmeyen” kadınlarla ilgili. Bunlar adeta “vebalı” gibi görülüyor. Bir sorunları olduğu düşünülerek küçümseniyor ve baskı altında hissediyorlar. Özellikle toplumun bu baskısı, birçok kadını sırf evlenmiş olmak için evlenme noktasına getiriyor. Bu kadınlar, sonunda kendilerini mutsuz evliliklerin içinde bulabiliyor. Mutsuzluklar içinde sıkışıp kalan kadınlar, çoğu zaman psikolojik destek almak zorunda kalıyor. Hatta bu durum intihara kadar gidebiliyor. Boşanmalar ve cinayetlerin artmasının temel sebeplerinden biri de zaten bu tür evlilikler.
Bu baskılar sadece kırsal alanlarda ya da ekonomik olarak zayıf olan kadınlara uygulanmıyor üstelik; kentlerde yaşayan, okumuş, ekonomik özgürlüğü olan kadınlar da yaygın bir biçimde evlenmedikleri için aileleri ve toplum tarafından ötekileştiriliyor, değersizleştiriliyorlar. Toplumun dayattığı evlilik baskısı, onların üzerinde ciddi bir psikolojik saldırı yaratıyor. “Evde kalma” korkusu, her gelir düzeyinden kadını etkileyen yaygın bir endişe haline geliyor ve bu durum, kadının özgüvenini zedeleyerek onları mutsuz ilişkilerin içine sürükleyebiliyor.
Evlenmemiş ya da eşinden boşanmış kadınlar diğer tarafta; toplumun birçok katmanında hâlâ adeta “lekeli”, "suçlu" gibi görülüyor. Bu algı, özellikle ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlar için daha ağır ve travmatik sonuçlar doğuruyor. Kadınlar, ekonomik güvenceleri olmadığı için mutsuz evliliklerini sürdürmek zorunda kalıyorlar, çünkü boşanmak ya da yalnız kalmak, toplum tarafından dışlanmak anlamına gelebiliyor. Böyle mutsuz ve zorunluluk gibi görünen evliliklerden dünyaya gelen çocuklar, ne kadar mutlu ve sağlıklı olabilir? Bu çocuklar, ailedeki huzursuzluktan etkilenerek, topluma uyum sağlamakta zorlanıyor ve duygusal sorunlarla büyüyorlar. Sonuç olarak, bu çocukların hem hayattaki başarısı hem de sosyal ilişkileri olumsuz yönde etkileniyor, toplumun sağlıklı bir parçası olma şanslarını azaltıyor.
Ayrıca eşinden boşanmış kadınlar, toplumda pek çok erkek tarafından en basit ve kaba ifadesiyle “kolay erişilebilir” veya “kullanılabilir” olarak algılanıyor. Aile içinde de empati, sevgi ve hoşgörüden yoksun bırakılan bu kadınlar, genellikle saygı görmüyor. Toplumun bu kadınlara yönelik tavrı, onları hem ailede hem de dış dünyada iki kat daha zor bir konuma itiyor. Bu durum, onların hem psikolojik hem de sosyal anlamda dışlanmalarına ve değersizleştirilmelerine yol açıyor.
Değişim İçin Zihinsel Dönüşüm
Kadınların hayatın her alanında daha fazla yer alabilmesi için, çocukluktan itibaren her iki cinsin de eşit bireyler olarak yetiştirilmesi gerekiyor. "Erkek çocuk sahibi olayım da geleceğimizi kurtarsın" anlayışını, aileden başlayan bir zihniyet değişimiyle ortadan kaldırmak elzem. Erkek çocuklarına yüklenen güç ve üstünlük algısını zayıflatmadıkça, kız çocuklarının da eşit ve değerli bireyler olarak yetişmeleri mümkün olamaz. Anne ve babalar, kız çocuklarının da toplumun geleceği olduğunu kabul etmeli ve onları da eşit fırsatlarla desteklemelidir.
Toplumun bu konuda bir hesaplaşmaya ihtiyacı var. Bu hesaplaşma, eğitimle, kültürel değişimle ve geçmişten gelen ayrımcı geleneklerle yüzleşmekle başlar. Atasözlerinden başlayarak toplumsal normlara kadar derinlere işlemiş ayrımcılık, sadece kadınları değil, erkekleri de zehirleyen bir miras haline gelmiştir. Toplum, çocuklara karşı işlenen cinsel suçlardan kadınlara yönelik şiddete kadar bu mirasın sonuçlarıyla yüzleşiyor. Kadını bir cinsel obje veya tehdit unsuru olarak görmekten vazgeçmeden, toplumsal dönüşüm sağlanamaz.
Bu şiddet döngüsünü kırmak, bir gecede çözülecek bir mesele değil. Bu, adım adım ilerlemeyi gerektiren uzun bir yolculuk. Kadınların sadece siyasette değil, hayatın her alanında aktif ve eşit bireyler olarak yer almalarının önünü açmak, politik kotalarla değil, toplumsal bilinç değişimiyle mümkün olacaktır.
Bu noktada, toplumsal bilinçaltındaki cinsiyetçi kodların kırılması, sadece yasal düzenlemelerle mümkün değil; bu değişim ancak eğitimle, kültürel dönüşümle ve kadın-erkek ilişkilerinin daha eşitlikçi bir zemine oturtulmasıyla sağlanabilir. Erkeklerin de bu yeni düzene adapte olup kendi toplumsal rollerini sorgulaması, kadınlar üzerindeki algısal baskının azalmasında kritik bir rol oynar. Gerçek bir toplumsal dönüşüm, yalnızca yasalarla değil, aynı zamanda zihinlerde ve kalplerde başlamalıdır. Bu dönüşüm gerçekleşmedikçe, çocuk istismarı ve kadına yönelik şiddet gibi insanlık onuruna aykırı suçlar, maalesef devam edecektir.
Bu noktada, Türk aile yapısının da derin bir kriz içinde olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Doğurganlık oranları düşmüş, birçok insan aile kurumundan kaçmaya başlamış durumda. Türkiye’de aile yapısı çatırdıyor, insanlar mutsuz. Bu, sadece bireysel bir mesele değil; ulusal bir sorun. Türkiye’nin geleceğiyle ilgili büyük bir meseledir. Nasıl bireyler, daha mutlu bir aile hayatı yaşayabilir? Nasıl daha sağlıklı nesiller yetiştirilebilir? Bu sorular, toplumun kendisiyle ve insanların birbirine tuttuğu aynalarla yüzleşmeden cevaplanamaz.
Gerçek mesele, toplumsal dengeyi, kadın ve erkeğin birlikte, eşit bir şekilde kurabilmesidir. Erkekler, kendilerini bu dengede farklı bir yere konumlandırmalı ve şiddet üzerine inşa edilmiş güç algısını terk etmelidir. Ancak bu şekilde, şiddet döngüsü kırılabilir ve daha mutlu, sağlıklı bir toplum inşa edilebilir. Kadın-erkek ilişkilerinin eşitlik zaviyesinden değerlendirilmesi, sadece kadınların değil, tüm toplumun yararına olacaktır.
Sadık ÇELİK
[email protected]
Son on beş yılda acil yardım hattına gelen 30 bin civarındaki aramada ortaya çıkan şiddet mağdurlarının yüzde 80'i kadın. Her 10 aramadan birinde ise hem kadına hem de çocuğa yönelik şiddet vakaları raporlanmış. 2012 sonrasında çocukların şiddete maruz kalma oranı yüzde 7'den yüzde 17'ye yükselmiş, hatta pandemi ile birlikte bu oran yüzde 18'e ulaşmış. Gelen aramaların yüzde 90'ında şiddet uygulayanlar erkekler olup, fiziksel, duygusal, sosyal, ekonomik ve cinsel şiddet en yaygın şiddet türleri arasında yer almış. Şiddet vakalarının yüzde 8’i cinsel şiddet, cinsel şiddet vakalarının yüzde 73'ü kadınlara, yüzde 11'i kadınlar ve çocuklara, yüzde 10'u ise kız çocuklarına yönelik olarak kaydedilmiş.
Türkiye, OECD ve Avrupa ülkeleri arasında kadına yönelik fiziksel veya cinsel şiddet oranında yüzde 38 ile en yüksek orana sahip ülke. Neredeyse her 10 kadından 4'ü hayatında erkek şiddetine maruz kalıyor.
Ayrıca, Türkiye’de cinsel istismara maruz kalan çocuk sayısı 8 yılda yüzde 287 artmış; 2014'te 11 bin 95 olan sayı 2022'de 31 bin 890'a yükselmiş. 2023 yılında çocukların cinsel istismarıyla ilgili 40.713 yeni dosya açılmış ve bu dosyalarda 36.275 şüpheli yer almıştır.
Bu yükselişin nedenleri arasında, toplumsal yapıdaki dönüşümler ve sosyokültürel etkenler de yer alıyor. Son 22 yıllık süreçte kız çocuklarının eğitimde erkek çocuklardan izole edilmesi, toplumsal hayatta birbirlerinden uzak tutulması gibi politikaların, cinsel suçların artışına katkıda bulunduğuna yönelik yaygın ve haklı bir kanı var. Zira bu tür ayrımlar, kız ve erkek çocuklarının birbirini normal ilişkiler çerçevesinde değil, cinsel objeler olarak görmelerine zemin hazırlar. Kız çocuklarının erkek çocuklardan ayrı eğitim alması, aralarındaki doğal sosyal etkileşimi kısıtlayarak, erkeğin kadın üzerindeki kontrol arzusunu ve kadını cinsel bir obje olarak görme eğilimini güçlendirebilir. Bu durum, sosyolojik açıdan cinsiyet rollerinin pekişmesine ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleşmesine yol açar, bu da şiddet döngüsünü besler.
Atatürk’ün kadına verdiği önem, Türk toplumunun ilerlemesi için bir mihenk taşıydı. “Bir toplum cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur,” derken, kadının sadece bir birey olarak değil, toplumun gelişiminin ve modernleşmesinin temel taşı olarak görülmesi gerektiğini vurgulamıştı. Atatürk'e göre, kadınların toplumun her alanında aktif rol alması, bir tercih değil; aksine, toplumun tam anlamıyla güçlü ve sağlıklı olabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktu. Gerçekten de, 1930’larda kadına tanınan siyasal haklar, kadınların toplumsal hayatta söz sahibi olmalarının kapısını açmıştır.
Miras hukukundan yararlanamayan kadınlardan bu yana çok şey değişti elbette… Bugün kadınlar kağıt üzerinde birçok hakka sahip olabilirler ancak asıl sorun toplumsal algının bu hakları ne kadar içselleştirdiğidir. Yani, kadının iş, aile ya da sosyal yaşamda erkeklerle eşit haklara sahip olduğuna dair yasalar olsa da, zihinlerde hala kadınlar çoğu zaman ikinci planda. Bu da psikolojik bir meseleye işaret ediyor: Toplumun algısal düzeydeki erkek egemen bakış açısı.
Burada önemli bir ayrımı da yapmak gerekiyor elbette. Kentli, eğitimli ve meslek sahibi kadınlarla kırsalda yaşayan kadınlar arasında büyük farklar olabileceği gibi, kırsalda yaşayan kadınlar arasında da önemli farklılıklar bulunabilir. Kırsal kesimde yaşayan kadınlar büyük ölçüde toplumsal baskıların ve geleneksel rollerin esiri olmakla birlikte istisnalar da yok değildir. Eğitimli ya da eğitimli olmasa dahi daha özgür bir hayat süren, yerel kültür ve normlarla daha özgür biçimde baş edebilen, kendi yaşam alanlarında daha aktif roller üstlenebilen kadınlar da vardır.
Benzar şekilde kentlerde kadınların konumu da homojen değil. “Kentli-aydın” ortamlarda bile kadının ikinci planda tutuluşuna sıklıkla şahitlik edebiliyoruz. Örneğin kadınların yöneticilik pozisyonlarına yükseldiği işlerde dahi, çoğu zaman alttan alta devam eden bir cinsiyet ayrımcılığı seziliyor. Kadın, iş hayatında başarı elde ettiğinde bile, “işinde başarılı kadın!” söylemiyle küçümseniyor. Kadının siyasette veya yönetici pozisyonda yer alması, genellikle hala olağanüstü ve istisnai bir başarı olarak görülüyor. Kadınların hakları kağıt üzerinde eşit görünse de, toplumsal algıda bu eşitliği yakalamak kolay olmuyor.
Örneğin kadınlara yönelik siyasi kotalar ve pozitif ayrımcılık politikaları… Bunlar, kadınların siyasette yer almasını teşvik etmek için atılan önemli adımlar gibi görünse de, kadının potansiyelini vurgulamak yerine, onların "koruma" altına alınması gereken varlıklar olduğu algısını güçlendiriyor. Bu da kadını siyasette “eşit bir birey” olmaktan çok, bir “özel kategori” olarak konumlandırıyor. Dolayısıyla kadına yönelik bu tür ayrıcalıklar, sorunun kökenine inmek yerine, sadece yüzeysel çözümler sunabiliyor. Kadınların siyasete katılımının artırılmasında asıl hedef, nitelikli, bilgili ve birikimli kadınların doğal bir süreçle bu alanlara çekilmesi olmalıdır, zorunlu kotalarla değil. Avrupa’daki modern örneklerde olduğu gibi, kota yerine gerçek fırsat eşitliğine dayalı yaklaşımlar benimsenmelidir.
Uzak kırsalda durum genellikle vahim. Bilhassa Doğu’nun gözden uzak köylerinde, kadınlar toplumun en alt basamaklarında konumlandırılmış durumda ve çoğu zaman eğitim imkanlarından mahrum bırakılıyor. Bu bölgelerde kadınlar sadece fiziksel şiddetle değil, aynı zamanda toplumsal baskılar ve geleneksel rollerle de mücadele etmek zorunda kalıyor. Karar mekanizmalarına dahil edilmedikleri gibi, toplumsal normlara boyun eğmek zorunda bırakılıyorlar ve çoğu zaman “uyum” sağlamak tek seçenek olarak görülüyor. Özellikle Güneydoğu Anadolu’da aşiret düzeninin baskıcı ve tutucu yapısı, kadınların hayatlarını daha da zorlaştırıyor. Erken yaşta evlilikler, “duvakla girip kefenle çıkma” veya “ya benimsin, ya kara toprağın” anlayışı, hatta töre cinayetleri bu bölgelerde kadınların yaşamını adeta zindana çeviriyor. Sözde gelenek görenekler ve aşiret düzeni, kadınları toplumsal hayattan tamamen uzaklaştırarak, şiddetin sıradanlaştığı bir düzeni besliyor.
Görünmeyen Zincirler
Kadına yönelik ayrımcılık, toplumsal bilinçaltına yerleşmiş cinsiyetçi algılarda süregidiyor. Toplumda kadının yerinin erkekten "aşağıda" olduğu düşüncesi, bireylerin zihninde kökleşmiş durumda. Erkek çocukları güç ve iktidar figürleri olarak yetiştirilirken, kız çocukları ancak itaatkâr, duygusal rollerle tanımlanıyor. Bu toplumsal cinsiyet rolleri, erkeğin üstünlüğünü adeta doğal bir durum gibi sunuyor ve kadınların bu algısal hiyerarşiden kurtulmasını zorlaştırıyor.
Kadın ve erkek rolleri, toplumsal bellekte sabitlenmiş ve değişime direnen imgelerle dolu. Bu imgeler, kadınların sürekli olarak kendilerini kanıtlamak zorunda hissetmelerine, aynı zamanda erkeklerin de “erkeklik” rollerini koruma kaygısıyla hareket etmelerine neden oluyor. Neticede, kadınların toplumda “eşit haklara sahip olsalar bile” algısal olarak hep bir adım geride tutulmaları, onların hak mücadelesini daha da zorlaştırıyor.
"Erkek adamdır, kadına sözünü geçirir" ya da "Kadınlar çiçektir" gibi masum gibi görünen ama derinlerinde köklü ayrımcılık barındıran ifadelerin gölgesinde meşrulaşıyor tüm bu cinsiyetçi ilişkiler ve dengesizlikler. Bu söylemler, kadının toplumsal rolünü küçümseyen bir anlayışın parçaları ve her geçen gün bu şiddet döngüsünü daha da büyütüyor. Kadının sadece narin ve korunmaya muhtaç bir varlık olarak görülmesi, onun maruz kaldığı istismarların göz ardı edilmesine yol açıyor.
Bu noktada en ürkütücü gerçek, toplumun kadınlara biçtiği rollerin, onların çocuklarına da aktarılarak, bir sonraki kuşağa aynı eşitsizlik, ayrımcılık ve şiddet döngüsünün aktarılmasıdır! Kadınlar, hem kendi kendi “katillerini” hem de kendi “kaderdaş”larını yetiştiriyor… Bu, trajedinin derinliğini acı bir şekilde özetliyor. Aile içinde başlayan bu döngü, eğitim sisteminde, iş hayatında ve sokakta devam ediyor.
Şiddet sadece bireysel bir suç değil; kadınları ve çocukları hedef alan kökleşmiş ve hastalıklı bir toplumsal yapının ürünüdür. Son iki haftada kalbimize bir hançer gibi peş peşe saplanan Narin’in koca bir köyün sessizliği içinde katledilmesi ile Sıla bebeğin masumiyetine dokunan vahşet, toplumsal şiddet döngüsünün en korkunç dışavurumları olarak karşımıza çıkıyor. Toplumun kadına ve çocuğa yönelik şiddet algısının ne kadar köklü olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Erkek Egemen Korkular
Kadınların toplumda güçlenmesi, erkekler için yalnızca bir sosyal değişim değil, aynı zamanda var olan düzenin tehdit edilmesi anlamına geliyor. Bu tehdit algısı, aslında derin bir psikolojik kökene dayanıyor: Erkeklerin egemenliklerinin sarsılması korkusu. Tarih boyunca, erkekler kendilerini gücün ve kudretin sahibi olarak gördüler; ama asıl gücün kadınlarda olduğunu fark etmediler. Kadınlar, doğaları gereği, yaşamın enerjisini ve varlığını besleyen temel güçlerdir.
Kadının eğitimde, iş dünyasında ve siyasette ilerlemesi, erkeği “tehdit ediyor.” Erkeklerin bu gelişmeye verdiği tepki ise çoğunlukla şiddetle oluyor; psikolojik veya fiziksel. Çünkü kadının güçlenmesi doğrudan doğruya erkeğin geleneksel kimliğini ve toplumdaki yerini sorgulamasına, toplumsal statüsünü kaybetme kaygısına neden oluyor. Kadının bağımsızlığı, erkeğin otoritesini zayıflatıyor, bu da erkek egemen kültürde bir "kaybetme" hissi yaratıyor.
Erkekler, kadının her zaman "evet" demesini beklerken, kadın hayır dediğinde ipler kopuyor. Bu kabullenememe hali, erkeklerin kadına karşı şiddet uygulamasına ya da diğer türlü zarar vermeye çalışmasına yol açıyor. Oysa örneğin, evlenmek kadar boşanmanın da doğal bir süreç olduğunu anlamak, medeni bir toplumun gereğidir. Ancak bu kabul edilmediğinde, mesele şiddete ve tahammülsüzlüğe varıyor. Kadın-erkek ilişkilerinde denge, karşılıklı saygı ve kabullenmeyle sağlanmalı; kadının, erkeğin onayından bağımsız bir birey olduğunu anlamak bu sürecin en temel parçasıdır.
Erkek egemen kültür, erkeğin kadını anlama çabası yerine, onu kontrol etme ve şekillendirme çabasına odaklanıyor. Erkeklerin kadınları gerçekten anlayamaması, onlara gereken saygıyı ve desteği sağlayamaması kadın-erkek ilişkilerinin temelinde büyük bir eksiklik yaratıyor. Bu eksiklik, zamanla tatminsizliğe ve ilişkilerin zehirlenmesine yol açıyor. Özellikle modern zamanlarda, her şeyin görünür hale geldiği bu dönemde, sadakatsizlik, iletişimsizlik ve duyarsızlık gibi meseleler böylece ayyuka çıkıyor. Zamanla bu sorunlar evin içinde kalmıyor; çarşıya, pazara, karakollara dökülüyor.
Son 20 yılda Türkiye’de boşanma oranlarındaki artışa da dikkat etmek gerek. Örneğin, 2001 yılında 92 bin boşanma kaydedilirken, 2021’de bu sayı 174 bine yükselerek boşanma oranında %90’lık bir artışa işaret ediyor. 2022 ve 2023’te de rakamlar yakın. Bu artışın arkasında sadece sadakatsizlik, kavgalar ya da aile içi anlaşmazlıklar değil, aynı zamanda toplumun temel güven duygusundaki erozyon da büyük bir rol oynuyor. Artık insanlar evlilikten kaçıyor; güven ve inanç duygusu zedelenmiş durumda. Kadın-erkek ilişkileri, adeta tedavi edilmesi gereken hastalıklı bir hal almış vaziyette. Ekonomik sebepler ve geçim sıkıntısı da ilişkileri ve evliliği daha da zorlaştırıyor.
***
Televizyon programları, toplumun yarattığı ve aynı zamanda beslediği sorunları dramatize ederek sunuyor, pazarını genişletiyor. Bu programlar aile içi meseleleri, kadın-erkek ilişkilerindeki çatışmaları reyting uğruna abartılı bir şekilde ekranlara taşıyor. Toplum, bu içeriklere büyük bir ilgi gösterirken, aslında kendi yaşamlarındaki sorunlardan kaçmak için bu tür dramaları izleme eğiliminde. Başkalarının acıları, izleyicilerde geçici bir rahatlama hissi uyandırıyor; insanlar kendi hayatlarının daha iyi olduğuna dair bir yanılsama içine giriyor. Ancak bu durum, izleyen bireylerin kendi gerçeklerinden uzaklaşmalarına ve toplumsal sorunları daha da derinleştiren bir döngüye kapılmalarına neden oluyor.
Toplum, aslında bir yandan bu trajedileri büyük bir iştahla izlerken, kendi acılarına ve içsel yaralarına dokunmaktan da kaçınıyor. Özellikle Narin vakasında ya da Tekirdağ’daki Sıla bebek olayında görüldüğü gibi, toplumun bu tür olaylara gösterdiği yoğun ilgi, hatta mağdur çocukların yakınlarından daha fazla ilgi gösterip tepki vermesi, trajedilere tanıklık etmekten öte, bu olayların görünürlüğünü artıran bir etkiye de sahip.
Toplumun bu tür acı olaylara büyük ilgi göstermesi, farkındalık yaratmak ve çözüm yollarını tartışmak açısından faydalı olabilir. Ancak, başkalarının yaşadığı trajedileri sürekli olarak izlemek, zamanla bireylerin bu olaylara karşı duyarlılıklarını kaybetmelerine neden olabiliyor. Bu durum, empati yetilerinin zayıflamasıyla sonuçlanarak, bireylerin başkalarının acılarını sıradanlaştırmasına ve kendilerini daha az etkilenmiş hissetmelerine yol açıyor. İzleyiciler, kendi problemlerini, başkalarının trajedileriyle karşılaştırarak küçümsüyor ve bu süreçte bir tür rahatlama buluyor.
Bu izleyici davranışı, toplumda yaygın bir "duygusal uyuşma" yaratıyor. İnsanlar, şiddet ve istismarla yüzleşmekten uzaklaşarak, bu olayları daha sıradan bir şekilde algılamaya başlıyor. Medyada sürekli olarak yer alan kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet haberleri, zamanla toplumun bu trajedilere karşı duyarsızlaşmasına neden olabiliyor. Bu da şiddetin ve istismarın normalleşmesine, hatta yayılmasına katkı sağlayabiliyor. Toplum, bu trajedileri sadece izleyerek değil, aynı zamanda çözüm üretme kapasitesini zayıflatarak daha derin bir empati eksikliği içine giriyor.
Seks endüstrisi, kadın programları ve cinsellik içeren televizyon ile Internet içerikleri, Türk aile yapısını ciddi şekilde tehdit eden unsurlardan biri haline gelmiş durumda. Bu tür içerikler, izleyicilere normalleşmiş, hatta idealize edilmiş ilişki modelleri sunarken, aslında toplumun gerçek değerlerinden uzak ve son derece manipülatif, zehirli bir dünya yaratıyor. Özellikle sıradan bireylerin hayatı bu içeriklerle bombardıman altına alınıyor. Buralarda izlediklerini kendi gündelik hayatlarına uygulamaya çalışırken, farkında olmadan ilişkilerini zehirleyen yanlış algılara kapılıyorlar.
Parlak camlarda izlenenlerin gerçeklikle örtüşen yanları olabilir, ancak bu içeriklerin büyük bir endüstrinin parçası olduğu ve ticari amaçlarla güçlendirildiği unutulmamalıdır. İzlenen her şey, büyük ölçüde modifiye edilmiş ve ticari kaygılarla takviye edilmiştir. Ancak sade vatandaş, gördüğüne inanarak bunları kendi hayatında uygulayabileceğini düşünüyor. Oysa, bu tür içerikler toplumun gerçek değerlerinden uzak, kurgusal senaryolardır. Bu endüstri, kadın ve erkek ilişkilerini metalaştırarak doğal olmayan ilişki dinamiklerini besliyor. Ya da ilişkileri dinamitliyor, mevcut evlilikleri çatışmalı hale getiriyor, insanların evlilikten uzaklaşmasına, kaçmasına neden oluyor.
***
Toplumdaki diğer bir sorunlu algı da evlenmeyen, evlenmeyi “tercih etmeyen” kadınlarla ilgili. Bunlar adeta “vebalı” gibi görülüyor. Bir sorunları olduğu düşünülerek küçümseniyor ve baskı altında hissediyorlar. Özellikle toplumun bu baskısı, birçok kadını sırf evlenmiş olmak için evlenme noktasına getiriyor. Bu kadınlar, sonunda kendilerini mutsuz evliliklerin içinde bulabiliyor. Mutsuzluklar içinde sıkışıp kalan kadınlar, çoğu zaman psikolojik destek almak zorunda kalıyor. Hatta bu durum intihara kadar gidebiliyor. Boşanmalar ve cinayetlerin artmasının temel sebeplerinden biri de zaten bu tür evlilikler.
Bu baskılar sadece kırsal alanlarda ya da ekonomik olarak zayıf olan kadınlara uygulanmıyor üstelik; kentlerde yaşayan, okumuş, ekonomik özgürlüğü olan kadınlar da yaygın bir biçimde evlenmedikleri için aileleri ve toplum tarafından ötekileştiriliyor, değersizleştiriliyorlar. Toplumun dayattığı evlilik baskısı, onların üzerinde ciddi bir psikolojik saldırı yaratıyor. “Evde kalma” korkusu, her gelir düzeyinden kadını etkileyen yaygın bir endişe haline geliyor ve bu durum, kadının özgüvenini zedeleyerek onları mutsuz ilişkilerin içine sürükleyebiliyor.
Evlenmemiş ya da eşinden boşanmış kadınlar diğer tarafta; toplumun birçok katmanında hâlâ adeta “lekeli”, "suçlu" gibi görülüyor. Bu algı, özellikle ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlar için daha ağır ve travmatik sonuçlar doğuruyor. Kadınlar, ekonomik güvenceleri olmadığı için mutsuz evliliklerini sürdürmek zorunda kalıyorlar, çünkü boşanmak ya da yalnız kalmak, toplum tarafından dışlanmak anlamına gelebiliyor. Böyle mutsuz ve zorunluluk gibi görünen evliliklerden dünyaya gelen çocuklar, ne kadar mutlu ve sağlıklı olabilir? Bu çocuklar, ailedeki huzursuzluktan etkilenerek, topluma uyum sağlamakta zorlanıyor ve duygusal sorunlarla büyüyorlar. Sonuç olarak, bu çocukların hem hayattaki başarısı hem de sosyal ilişkileri olumsuz yönde etkileniyor, toplumun sağlıklı bir parçası olma şanslarını azaltıyor.
Ayrıca eşinden boşanmış kadınlar, toplumda pek çok erkek tarafından en basit ve kaba ifadesiyle “kolay erişilebilir” veya “kullanılabilir” olarak algılanıyor. Aile içinde de empati, sevgi ve hoşgörüden yoksun bırakılan bu kadınlar, genellikle saygı görmüyor. Toplumun bu kadınlara yönelik tavrı, onları hem ailede hem de dış dünyada iki kat daha zor bir konuma itiyor. Bu durum, onların hem psikolojik hem de sosyal anlamda dışlanmalarına ve değersizleştirilmelerine yol açıyor.
Değişim İçin Zihinsel Dönüşüm
Kadınların hayatın her alanında daha fazla yer alabilmesi için, çocukluktan itibaren her iki cinsin de eşit bireyler olarak yetiştirilmesi gerekiyor. "Erkek çocuk sahibi olayım da geleceğimizi kurtarsın" anlayışını, aileden başlayan bir zihniyet değişimiyle ortadan kaldırmak elzem. Erkek çocuklarına yüklenen güç ve üstünlük algısını zayıflatmadıkça, kız çocuklarının da eşit ve değerli bireyler olarak yetişmeleri mümkün olamaz. Anne ve babalar, kız çocuklarının da toplumun geleceği olduğunu kabul etmeli ve onları da eşit fırsatlarla desteklemelidir.
Toplumun bu konuda bir hesaplaşmaya ihtiyacı var. Bu hesaplaşma, eğitimle, kültürel değişimle ve geçmişten gelen ayrımcı geleneklerle yüzleşmekle başlar. Atasözlerinden başlayarak toplumsal normlara kadar derinlere işlemiş ayrımcılık, sadece kadınları değil, erkekleri de zehirleyen bir miras haline gelmiştir. Toplum, çocuklara karşı işlenen cinsel suçlardan kadınlara yönelik şiddete kadar bu mirasın sonuçlarıyla yüzleşiyor. Kadını bir cinsel obje veya tehdit unsuru olarak görmekten vazgeçmeden, toplumsal dönüşüm sağlanamaz.
Bu şiddet döngüsünü kırmak, bir gecede çözülecek bir mesele değil. Bu, adım adım ilerlemeyi gerektiren uzun bir yolculuk. Kadınların sadece siyasette değil, hayatın her alanında aktif ve eşit bireyler olarak yer almalarının önünü açmak, politik kotalarla değil, toplumsal bilinç değişimiyle mümkün olacaktır.
Bu noktada, toplumsal bilinçaltındaki cinsiyetçi kodların kırılması, sadece yasal düzenlemelerle mümkün değil; bu değişim ancak eğitimle, kültürel dönüşümle ve kadın-erkek ilişkilerinin daha eşitlikçi bir zemine oturtulmasıyla sağlanabilir. Erkeklerin de bu yeni düzene adapte olup kendi toplumsal rollerini sorgulaması, kadınlar üzerindeki algısal baskının azalmasında kritik bir rol oynar. Gerçek bir toplumsal dönüşüm, yalnızca yasalarla değil, aynı zamanda zihinlerde ve kalplerde başlamalıdır. Bu dönüşüm gerçekleşmedikçe, çocuk istismarı ve kadına yönelik şiddet gibi insanlık onuruna aykırı suçlar, maalesef devam edecektir.
Bu noktada, Türk aile yapısının da derin bir kriz içinde olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Doğurganlık oranları düşmüş, birçok insan aile kurumundan kaçmaya başlamış durumda. Türkiye’de aile yapısı çatırdıyor, insanlar mutsuz. Bu, sadece bireysel bir mesele değil; ulusal bir sorun. Türkiye’nin geleceğiyle ilgili büyük bir meseledir. Nasıl bireyler, daha mutlu bir aile hayatı yaşayabilir? Nasıl daha sağlıklı nesiller yetiştirilebilir? Bu sorular, toplumun kendisiyle ve insanların birbirine tuttuğu aynalarla yüzleşmeden cevaplanamaz.
Gerçek mesele, toplumsal dengeyi, kadın ve erkeğin birlikte, eşit bir şekilde kurabilmesidir. Erkekler, kendilerini bu dengede farklı bir yere konumlandırmalı ve şiddet üzerine inşa edilmiş güç algısını terk etmelidir. Ancak bu şekilde, şiddet döngüsü kırılabilir ve daha mutlu, sağlıklı bir toplum inşa edilebilir. Kadın-erkek ilişkilerinin eşitlik zaviyesinden değerlendirilmesi, sadece kadınların değil, tüm toplumun yararına olacaktır.
Sadık ÇELİK
[email protected]