Pervasızca süregelen bir yalnızlık, hücrelerimize işleyen derin bir yabancılaşma... Aslında derinlemesine sosyolojik bir çöküş… Bizi birbirimizden ve hatta kendimizden bile uzaklaştıran puslu bir döngü.
İşler biraz da tepeden inme bir ötekileştirme, bir tahammülsüzlük, bir hoşgörüsüzlükle başlıyor. İktidar kendinden olmayana, A partisi B partisine, muhafazakarı liberaline, Galatasaraylısı Fenerbahçelisine, caddenin bu tarafındaki market karşı taraftaki manava, kız tarafı oğlan tarafına… Toplumun bir kesimi bir diğerine illa ki düşman.
Toplumsal dokumuza zerkedilen, gökkuşağı renklerimizi solduran yakıcı bir zehir…
İktidarın dayattığı toplumsal tektipleştirme çabası, insanların kendilerini ifade etme özgürlüklerine ket vuruyor. Kitlelerin, farklı renklerin üzerine geçirilmeye çalışılan katı kalıplar insan ilişkilerine de yansıyor. Bireyler birbirlerine kendi kalıplarını dayatıyor, ancak bu kalıplar çoğu zaman giyilemiyor. Sonra da mutsuzluk kaynağı bir ilişkinin dehlizlerinde kaybolan partnerler ortaya çıkıyor…
Diğer yandan, paylaşacak, anlayacak, destek olacak bir ilişki arayışı içinde olan, sürekli olarak yalnız kalmaktan şikayet eden insanlar…
Bu arada bir de bir ilişkisi olmadığı, daha doğrusu evlenmediği için başta ailelerinden baskı gören, sözde toplumsal statüsü zarar gören ve psikolojik bir yalnızlığa sürüklenen insanlar (genellikle kadınlar) var…
İronik bir şekilde, ilişkiler hem mutluluk hem de mutsuzluk kaynağı olabiliyor.
İnsanlar arasındaki ilişkilerin yüzeydeki kopuklukları, altında yatan derin yalnızlık ve özlem duygularını perdeliyor.
Acaba yalnızlık bu çağın kaderi mi?
***
Dijitalleşme, modern çağın hem mucizesi hem de laneti. İnsanlık, teknolojinin sunduğu sonsuz imkanlarla bir yandan özgürleşirken, diğer yandan daha önce hiç olmadığı kadar yalnız. Bizler, ekranlar aracılığıyla birbirimize dokunmaya çalışırken, insanların yerine yapay zekanın yapay reflekslerini koyarken, fiziksel dokunuşların sıcaklığını yitiriyoruz. İnsanlar artık birbirinin nefesini, kokusunu duyumsamaktan uzak; dijital bir ara yüz içinde kaybolmuş durumdalar. Bu uzaklaşma, yalnızca metrelerle değil, giderek artan bir duygusal mesafeyle de hissediliyor.
***
Fiziksel uzaklık bir yana, dijital dünya aynı zamanda bir görünürlük ve idealizasyon tuzağı. Sosyal medya platformları üzerinde sergilenen hayatlar, gerçeküstü bir mükemmellik sunuyor. İnsanlar, gördükleri bu “istisnai" yaşamları gerçek sanarak, erişilmez bir mutluluk peşinde koşuyorlar. Bu durum, ilişkilerdeki beklentileri de karikatürize ediyor. İnsanlar, sürekli idealize edilmiş olanın peşinde koşarken gerçek insanlarla, gerçek ilişkilerle yüzleşmek istemiyorlar. Her birey, kendi mükemmel sahnesinde başrolü oynamaya çalışıyor. Halbuki ne öyle bir sahne, ne de öyle bir başrol var… İnsan, gerçekte var olmayan, kafasında yarattığı bir figürün peşinden gidiyor ve hasbelkader bu idealize edilmiş kişiyi bulduğu sanrısına kapılıp bir ilişkiye girdiğinde onu son hız tüketip hüsranla bitecek malum sona doğru acele adımlarla ilerliyor.
Cenneti hayal ederken, gerçekliğin gri tokadıyla cehennemi yaşıyor.
Sonrası cehennemden yalnızlığa doğru hızlı bir kaçış…
***
Mutluluk anlayışı, parlak ve pürüzsüz dijital filtrelerle süslenmiş bir vitrinde sergileniyor. İdeal ilişkilerin karikatürize edilmiş tanımları, insanları bu yüzeysel mükemmellik arayışına itiyor. Öte yandan, bu parlak vitrinin arkasında, gerçekten bu idealler uğruna herhangi bir fedakarlık yapmaya hazır olmayan, karşısındaki insana herhangi bir biçimde “uyum” sağlamayı reddeden bireyler yer alıyor. Yani, mükemmel ilişkinin peşinden koşuluyor ama bunun için gerekli olan sabır, anlayış ve özveri gibi temel taşları yerine koymak deyince, orada yokuz.
Aslında bu, toplumsal bir sorumsuzluk dalgası. İlişkilerdeki roller gereği sorumluluklar yerine getirilmiyor. Erkek olsun, kadın olsun partnerlerin üzerine düşen görevleri ihmal etmesi, karşılıklı güvenin ve bağlılığın erozyona uğramasına yol açıyor. Bu sorumsuzluk, ilişkilerdeki huzursuzluğu ve tatminsizliği daha da pekiştiriyor.
Bu sorunsal, giderek artan bireyselleşme ile derinleşiyor. Bireylerin ruhu, zihni ve psikolojisi; benlik duygusu ve kendini öncelikleme eğilimi ile şekilleniyor. İlişkilerde "benim üzerime söz, laf, kişi olmaz" şeklinde bir tavır sergileyen ego, ilişkileri zehirleyen ve bireyleri yalnızlığa iten önemli faktörlerden biri haline geliyor. Bu ego, doğrudan veya örtülü olarak dayatılan bir tutumla, ilişkileri çekilmez ve sürdürülemez hale getiriyor.
Özellikle aile hayatında paylaşmak, fedakarlık, uyum gibi değerler büyük önem taşırken, modern bireyin bu değerlerden kaçınması, toplumun temel yapı taşlarından biri olan aile kurumunu zayıflatıyor. Bu zayıflama, genişleyen bireyselleşme ve egosantrik tavırlarla, ilişkilerin giderek daha yüzeysel ve geçici olmasına neden oluyor. İnsanlar, kendilerini bir ilişkide öne çıkarmanın ve kendi ihtiyaçlarını önceliklendirmenin yollarını ararken, gerçekten anlamlı ve derin bağlar kurma kabiliyetlerini kaybediyorlar.
Böylece, dijitalleşme ve kentleşmeyle birlikte gelen yalnızlık hissi, bireyselleşme ve egosantrik tutumlarla daha da pekişmiş oluyor.
***
Dijitalleşme diğer yandan da bireyi büyük bir güvensizliğe sürüklüyor. Dijital dünya, her köşede bir skandal, bir aldatma hikayesiyle dolu. Türlü çeşit kirli işler, ilişkiler, kötülükler görünür, cinayetler ve her türlü kriminal meseleler görünür, sapıklık ve sapkınlıklar görünür… Dibe vuran ekonominin, geçinme derdinin yarattığı cinnet haliyle ailesini katleden babaların sonu intiharla biten kriminal ve hastalıklı yalnızlıkları da aynı şekilde görünür… Bu da insanların birbirlerine ve dünyaya olan inançlarını derinden sarsıyor. Her gün medyada yer alan kadın cinayetleri, tacizler, çocuk istismarları, aldatmalar, büyük bir hızla artan boşanma oranları güvensizlik duygusunu perçinliyor. Bu duygu yalnızca insanın insana karşı değil, kendi iç dünyasında da bir yabancılaşmayı besliyor.
İnsanlar, kendilerine ve çevrelerine olan güvenlerini yitirdikçe, özgüvensizlik de artıyor. Bu durum, iletişim kurma kabiliyetimizi temelden sarsıyor.
Yalnızlaşma sürecinde, dijitalleşmenin dolaylı ve doğrudan etkileri bu şekilde birbirine bağlanıyor. Hepsi, aynı zincirin iç içe geçmiş halkaları. Çağımızın getirdiği bu yeni düzen, insan ilişkilerini temelden değiştiriyor.
***
Kentleşme süreci, dijital dünyada artan görünürlükle zıt bir ironi yaratıyor. Köyden kente göç, sadece coğrafi bir değişim değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir dönüşümü de ifade ediyor. Eskiden, köy hayatında herkes birbirini “bilir”, birbirinin derdiyle hemhal olurdu. Bu, topluluğun bir parçası olmanın, birbirinin hayatına dokunmanın bir yansımasıydı.
Şimdi ise, postmodern kentleşme ile birlikte insanlar görünür hale gelse de, bu sadece sanal bir görünürlük. Fiziksel dünyada, insanlar birbirlerini görmezden geliyor, yok sayıyor. Dijital platformlarda insanlar, birbirlerinin hayatına, kullandığı şampuanın markasına kadar hakimken, gerçek hayatta yıllarca aynı binada burun buruna yaşadığı kapı komşusunun ne iş yaptığını, hatta ismini bile bilmiyor. Zamanın kentleşme anlayışı ve dijitalleşmenin yarattığı bir paradoks: Dijital yakınlık ve fiziksel uzaklık.
İletişim araçları ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte, insanlar birbirlerine ağ erişim noktaları üzerinden sıkı sıkıya bağlanırken, evlerinin soğuk duvarları arasında daha izole ve yalnız hissediyor. Değersizleştirme, görünmezlik, görmezden gelme, yok sayma halleri, modern toplumun vebası, duygusal insan ilişkilerinin yok edicisi olarak ortaya çıkıyor.
Yok sayılma, ses vermeme, yokmuş gibi davranma, muhatap almama gibi davranışlar, “ghosting” etiketiyle pazarlanırken, toplumda giderek yaygınlaşan ve yalnızlığı daha da derinleştiren tutumlar olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın insana verdiği en büyük cezalardan biri belki de karşılıklı anlayış ve iletişimin çöktüğü bu ortamda, insanların birbirlerini tamamen göz ardı etmesiyle vuku buluyor.
İşte böylece yalnızlığın derin sessizliği içinde kaybolup gidiyorlar.
Gerçek mutluluk, dijital bir vitrinde sergilenen yüzeysel mükemmelliklerle değil, insanın insanla kurduğu derin bağlarla elde edilir. Eğer bir şekilde hakikatle dokunmuş insani bağları yeniden kurmaya başlayabilirsek, belki de gelecek nesiller, yalnızlığın soğuk gölgesi altında büyümek yerine, birbirlerinin ısıtıcı varlıklarında gelişme şansı bulabilir.
ÇAĞRI: Kemal Kılıçdaroğlu hakkında siyasi yasak ve hapis talebiyle açılan davanın duruşması 22 Kasım Cuma günü saat 14.00'te Ankara 57. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Adalet tecelli edene kadar herkesi bu davanın takipçisi olmaya, duruşma salonuna davet ediyoruz. Kılıçdaroğlu yalnız değildir.
Sadık ÇELİK
[email protected]
İşler biraz da tepeden inme bir ötekileştirme, bir tahammülsüzlük, bir hoşgörüsüzlükle başlıyor. İktidar kendinden olmayana, A partisi B partisine, muhafazakarı liberaline, Galatasaraylısı Fenerbahçelisine, caddenin bu tarafındaki market karşı taraftaki manava, kız tarafı oğlan tarafına… Toplumun bir kesimi bir diğerine illa ki düşman.
Toplumsal dokumuza zerkedilen, gökkuşağı renklerimizi solduran yakıcı bir zehir…
İktidarın dayattığı toplumsal tektipleştirme çabası, insanların kendilerini ifade etme özgürlüklerine ket vuruyor. Kitlelerin, farklı renklerin üzerine geçirilmeye çalışılan katı kalıplar insan ilişkilerine de yansıyor. Bireyler birbirlerine kendi kalıplarını dayatıyor, ancak bu kalıplar çoğu zaman giyilemiyor. Sonra da mutsuzluk kaynağı bir ilişkinin dehlizlerinde kaybolan partnerler ortaya çıkıyor…
Diğer yandan, paylaşacak, anlayacak, destek olacak bir ilişki arayışı içinde olan, sürekli olarak yalnız kalmaktan şikayet eden insanlar…
Bu arada bir de bir ilişkisi olmadığı, daha doğrusu evlenmediği için başta ailelerinden baskı gören, sözde toplumsal statüsü zarar gören ve psikolojik bir yalnızlığa sürüklenen insanlar (genellikle kadınlar) var…
İronik bir şekilde, ilişkiler hem mutluluk hem de mutsuzluk kaynağı olabiliyor.
İnsanlar arasındaki ilişkilerin yüzeydeki kopuklukları, altında yatan derin yalnızlık ve özlem duygularını perdeliyor.
Acaba yalnızlık bu çağın kaderi mi?
***
Dijitalleşme, modern çağın hem mucizesi hem de laneti. İnsanlık, teknolojinin sunduğu sonsuz imkanlarla bir yandan özgürleşirken, diğer yandan daha önce hiç olmadığı kadar yalnız. Bizler, ekranlar aracılığıyla birbirimize dokunmaya çalışırken, insanların yerine yapay zekanın yapay reflekslerini koyarken, fiziksel dokunuşların sıcaklığını yitiriyoruz. İnsanlar artık birbirinin nefesini, kokusunu duyumsamaktan uzak; dijital bir ara yüz içinde kaybolmuş durumdalar. Bu uzaklaşma, yalnızca metrelerle değil, giderek artan bir duygusal mesafeyle de hissediliyor.
***
Fiziksel uzaklık bir yana, dijital dünya aynı zamanda bir görünürlük ve idealizasyon tuzağı. Sosyal medya platformları üzerinde sergilenen hayatlar, gerçeküstü bir mükemmellik sunuyor. İnsanlar, gördükleri bu “istisnai" yaşamları gerçek sanarak, erişilmez bir mutluluk peşinde koşuyorlar. Bu durum, ilişkilerdeki beklentileri de karikatürize ediyor. İnsanlar, sürekli idealize edilmiş olanın peşinde koşarken gerçek insanlarla, gerçek ilişkilerle yüzleşmek istemiyorlar. Her birey, kendi mükemmel sahnesinde başrolü oynamaya çalışıyor. Halbuki ne öyle bir sahne, ne de öyle bir başrol var… İnsan, gerçekte var olmayan, kafasında yarattığı bir figürün peşinden gidiyor ve hasbelkader bu idealize edilmiş kişiyi bulduğu sanrısına kapılıp bir ilişkiye girdiğinde onu son hız tüketip hüsranla bitecek malum sona doğru acele adımlarla ilerliyor.
Cenneti hayal ederken, gerçekliğin gri tokadıyla cehennemi yaşıyor.
Sonrası cehennemden yalnızlığa doğru hızlı bir kaçış…
***
Mutluluk anlayışı, parlak ve pürüzsüz dijital filtrelerle süslenmiş bir vitrinde sergileniyor. İdeal ilişkilerin karikatürize edilmiş tanımları, insanları bu yüzeysel mükemmellik arayışına itiyor. Öte yandan, bu parlak vitrinin arkasında, gerçekten bu idealler uğruna herhangi bir fedakarlık yapmaya hazır olmayan, karşısındaki insana herhangi bir biçimde “uyum” sağlamayı reddeden bireyler yer alıyor. Yani, mükemmel ilişkinin peşinden koşuluyor ama bunun için gerekli olan sabır, anlayış ve özveri gibi temel taşları yerine koymak deyince, orada yokuz.
Aslında bu, toplumsal bir sorumsuzluk dalgası. İlişkilerdeki roller gereği sorumluluklar yerine getirilmiyor. Erkek olsun, kadın olsun partnerlerin üzerine düşen görevleri ihmal etmesi, karşılıklı güvenin ve bağlılığın erozyona uğramasına yol açıyor. Bu sorumsuzluk, ilişkilerdeki huzursuzluğu ve tatminsizliği daha da pekiştiriyor.
Bu sorunsal, giderek artan bireyselleşme ile derinleşiyor. Bireylerin ruhu, zihni ve psikolojisi; benlik duygusu ve kendini öncelikleme eğilimi ile şekilleniyor. İlişkilerde "benim üzerime söz, laf, kişi olmaz" şeklinde bir tavır sergileyen ego, ilişkileri zehirleyen ve bireyleri yalnızlığa iten önemli faktörlerden biri haline geliyor. Bu ego, doğrudan veya örtülü olarak dayatılan bir tutumla, ilişkileri çekilmez ve sürdürülemez hale getiriyor.
Özellikle aile hayatında paylaşmak, fedakarlık, uyum gibi değerler büyük önem taşırken, modern bireyin bu değerlerden kaçınması, toplumun temel yapı taşlarından biri olan aile kurumunu zayıflatıyor. Bu zayıflama, genişleyen bireyselleşme ve egosantrik tavırlarla, ilişkilerin giderek daha yüzeysel ve geçici olmasına neden oluyor. İnsanlar, kendilerini bir ilişkide öne çıkarmanın ve kendi ihtiyaçlarını önceliklendirmenin yollarını ararken, gerçekten anlamlı ve derin bağlar kurma kabiliyetlerini kaybediyorlar.
Böylece, dijitalleşme ve kentleşmeyle birlikte gelen yalnızlık hissi, bireyselleşme ve egosantrik tutumlarla daha da pekişmiş oluyor.
***
Dijitalleşme diğer yandan da bireyi büyük bir güvensizliğe sürüklüyor. Dijital dünya, her köşede bir skandal, bir aldatma hikayesiyle dolu. Türlü çeşit kirli işler, ilişkiler, kötülükler görünür, cinayetler ve her türlü kriminal meseleler görünür, sapıklık ve sapkınlıklar görünür… Dibe vuran ekonominin, geçinme derdinin yarattığı cinnet haliyle ailesini katleden babaların sonu intiharla biten kriminal ve hastalıklı yalnızlıkları da aynı şekilde görünür… Bu da insanların birbirlerine ve dünyaya olan inançlarını derinden sarsıyor. Her gün medyada yer alan kadın cinayetleri, tacizler, çocuk istismarları, aldatmalar, büyük bir hızla artan boşanma oranları güvensizlik duygusunu perçinliyor. Bu duygu yalnızca insanın insana karşı değil, kendi iç dünyasında da bir yabancılaşmayı besliyor.
İnsanlar, kendilerine ve çevrelerine olan güvenlerini yitirdikçe, özgüvensizlik de artıyor. Bu durum, iletişim kurma kabiliyetimizi temelden sarsıyor.
Yalnızlaşma sürecinde, dijitalleşmenin dolaylı ve doğrudan etkileri bu şekilde birbirine bağlanıyor. Hepsi, aynı zincirin iç içe geçmiş halkaları. Çağımızın getirdiği bu yeni düzen, insan ilişkilerini temelden değiştiriyor.
***
Kentleşme süreci, dijital dünyada artan görünürlükle zıt bir ironi yaratıyor. Köyden kente göç, sadece coğrafi bir değişim değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir dönüşümü de ifade ediyor. Eskiden, köy hayatında herkes birbirini “bilir”, birbirinin derdiyle hemhal olurdu. Bu, topluluğun bir parçası olmanın, birbirinin hayatına dokunmanın bir yansımasıydı.
Şimdi ise, postmodern kentleşme ile birlikte insanlar görünür hale gelse de, bu sadece sanal bir görünürlük. Fiziksel dünyada, insanlar birbirlerini görmezden geliyor, yok sayıyor. Dijital platformlarda insanlar, birbirlerinin hayatına, kullandığı şampuanın markasına kadar hakimken, gerçek hayatta yıllarca aynı binada burun buruna yaşadığı kapı komşusunun ne iş yaptığını, hatta ismini bile bilmiyor. Zamanın kentleşme anlayışı ve dijitalleşmenin yarattığı bir paradoks: Dijital yakınlık ve fiziksel uzaklık.
İletişim araçları ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte, insanlar birbirlerine ağ erişim noktaları üzerinden sıkı sıkıya bağlanırken, evlerinin soğuk duvarları arasında daha izole ve yalnız hissediyor. Değersizleştirme, görünmezlik, görmezden gelme, yok sayma halleri, modern toplumun vebası, duygusal insan ilişkilerinin yok edicisi olarak ortaya çıkıyor.
Yok sayılma, ses vermeme, yokmuş gibi davranma, muhatap almama gibi davranışlar, “ghosting” etiketiyle pazarlanırken, toplumda giderek yaygınlaşan ve yalnızlığı daha da derinleştiren tutumlar olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın insana verdiği en büyük cezalardan biri belki de karşılıklı anlayış ve iletişimin çöktüğü bu ortamda, insanların birbirlerini tamamen göz ardı etmesiyle vuku buluyor.
İşte böylece yalnızlığın derin sessizliği içinde kaybolup gidiyorlar.
Gerçek mutluluk, dijital bir vitrinde sergilenen yüzeysel mükemmelliklerle değil, insanın insanla kurduğu derin bağlarla elde edilir. Eğer bir şekilde hakikatle dokunmuş insani bağları yeniden kurmaya başlayabilirsek, belki de gelecek nesiller, yalnızlığın soğuk gölgesi altında büyümek yerine, birbirlerinin ısıtıcı varlıklarında gelişme şansı bulabilir.
ÇAĞRI: Kemal Kılıçdaroğlu hakkında siyasi yasak ve hapis talebiyle açılan davanın duruşması 22 Kasım Cuma günü saat 14.00'te Ankara 57. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Adalet tecelli edene kadar herkesi bu davanın takipçisi olmaya, duruşma salonuna davet ediyoruz. Kılıçdaroğlu yalnız değildir.
Sadık ÇELİK
[email protected]